30 Temmuz 2008 Çarşamba

Tutkunuz ve markanız

Kişisel markalaşma kriterlerinde en çok dikkaitimi çeken madde ”tutku” olarak çevirebileceğimiz İngilizce ifadesi ile ”passion“ kelimesidir. Bu kelime sözlükte “ihtiras, güç, öfke, hiddet, şehvet“ gibi anlamlara da gelir. Evet, kesinlikle doğru ifadelerdir ve kişinin markalaşma süreci için vazgeçilmez içsel bir dürtü gibidir. Siz hiç gördünüz mü tutkusu, hırsı, uğrunda yaşamını haracayacak hedefi olmayan başarılı bir insan. Dikkat edelim lütfen, zengin ve ünlü insan demedim. İnsanları fikirleriyle, sözleriyle, hareketleri ile arkasından sürükleyen insanlar tam da tutkulu insanlardır.

Tarihte toplumlara yön veren krallar, liderler, devrimciler kim varsa bu sınıfa rahat girer. İş dünyasında da öyle CEO’lar vardır ki transfer için yüklü paralar ödenir bu insanlara. Bu tutku denilen şey doğuştan mıdır? Bu tartışmaya girmeyelim. Nereden gelirse gelsin piyano çalmaktan, ses sistemlerindeki uzmanlığa, hipnozdan, burçlara kadar tutkulu bir şekilde bağlı olabiliriz. Ve ticari olarak da bu yönlerimizden kazanç elde edebiliriz. Örneğin girişimcilik bir tutku, bir ihtiras halini almış olabilir. Her ne kadar başarısızlıklar getirmiş olsa da bir türlü vazgeçilemez.


İşte tutkuya dair bazı adımlar;

1- Önemli olan bu kelimeye karşılık gelen özelliğimizi en başta bilmek ve kendimize dürüstçe ifade edebilmektir. Hani deriz ya “bunu seviyorum işte, ne yapayım“ diye. Aman ha, hobilerden filan bahsetmiyorum, yanlış anlamayın. Kendinizi en iyi ifade edebileceğiniz, onu yapınca mutlu olacağınız ve tabi ki size maddi olarak da katkıda bulunabilecek kabiliyetlerinizden bahsediyorum.

2- İkinci önemli adım bu konuda biri size soru sorduğunda vereceğiniz cevaptır. Kısa bir paragrafı geçmemeli ve en fazla iki-üç cümleden oluşmalı. Aslinda bu cevabı siz vermezsiniz, çevreniz sizi düşündüğünde akıllarına gelen cevap o ise başardınız demektir.

3- Tutkunuzu abartmadan, gururlanmadan, hava-caka satmadan insanlara tanıtabilmeniz gerekmekte. Farklı ve güçlü olduğunuz bu yönünüz, zaten duruşu ile raklamını yapmaktadır. Siz sadece bazı pazarlama networkleri ve kanallarını keşfedin yeter.

4- Tutkunuz ile başkalarının bağlantı kurmasına, yararlanmasına, fayda ve huzur bulmasına izin verin. Yani iletişime açık olun. Yoksa bu özelliğiniz ölene kadar sizinle yalnız kalır.

5- Ve son olarak da gözlerinizden okunan bu tutku çerçevesinde bir anlam yaratmış olmalı ve bu anlama hep bir şeyler katıyor olmalısınız. Yani farklı bir yaklaşım, farklı uygulama tarzı, farklı çıkarımlar gibi.

Bir hatırlatma; tutkunuzun esiri olmayın. İçinizi kemirecek dercede hırslı olsanız dahi realiteyi, mantığı göz ardı etmeyin. Yine aynı konuda işinize, hedefinize devam edebilirsiniz ama kendinizi harcamadan, yıpratmadan. Yoksa o tutkuyu taşıyacak ne fiziğiniz kalır ne de kimyanız.

Örneğin benim girişimcilik tutkumu, uğrunda neleri göze aldığımı bilenler bilir. Hala da gözlerimde, sözlerimde onu bulursunuz.

Saygılarımla.


29 Temmuz 2008 Salı

Başlığa gerek yok!


Kişisel markalaşma derken hepimizin bildiği gibi bir insanın doğuşundan itibaren kazandığı, sunduğu bir değerden bahsediyoruz. Az ya da çok, bu herkes için geçerli. Farklı iş alanlarında uzmanlıklardan, toplumda sevilen sayılan bir insan olmaya kadar geniş bir değer dünyasından bahsediyoruz. Doğduğumuz yer, aldığımız eğitim, kurduğumuz arkadaşlıklar, edindiğimiz tecrübeler v.s. her şey belli. Ve geldiğimiz her nokta bizim için ömür devam ettikçe “geçmiş“ niteliğini taşıyor. Halbuki bu geçmiş aslında gelecek oluyor ve bizi şekillendiriyor.

Burada nutuk atar gibi, ya da başka bloglarda, web sayfalarında “şunu yapın, bunu yapın“ diye yazıyoruz. Bunları yazarken sanki kendimizin başı göğe erdi de mi böyle yazıyoruz? Tabi ki hayır. Birlikte uğraşıyoruz, saptamalar, hatırlatmalar, çözümlemeler çıkarıyoruz. Okuldaki öğretmen de, şirketteki danışman da, holdingteki CEO da bunun için uğraşıyor aslında. Fakat hissettiğim en büyük eksiklik, bu çabaları, bu sonuçları yeteri kadar anlatamadığımız, sunamadığımız.

Neden iyi insanlar, güzel insanlar, marka insanlar daha az konuşur, daha az yazar, daha az reklam yapar. Sadece ülkemiz insanı mı tarihinde çok zorluklar çekmiştir. Genlerimize mi işlemiştir bu “sinme durumu“. Alman da , Japon da, Uganda lı da sıkıntı çekmemiş midir, ezilmemiş midir tarihinde? Öğretmen susar, yazar susar, danışman fikrini tutar, büyük - kötü balık hep iyi - küçük balığı yutar. Bu kısır döngüye hangi yollardan,kimin zoruyla, hangi şartlarda girmişizdir. Tekrar çıkmanın yolu yok mudur? Özellikle bugünlerde birşeyleri ifade etmeye daha çok ihtiyacımız yok mudur?

Toplumdaki her bireyin kendini gelişitirmesi içsel bir zorunluluktur. Bu zorunluluğu hissetmeyen, çaba sarfetmeyen herkes gelecek nesillerin ahvalinden sorumludur. Daha çok okunacak, daha çok öğrenilecek, var olmanın kıymeti daha çok bilinecek. Yani anlamlı bir farkındalık ve kapsamlı bir kişisel aksiyondan bahsediyorum. Özel yaşamdaki iletişimden, iş yaşamındaki verimliliğe varana kadar her şey sorgulanacak, ölçümlenecek ve kayıt tutulacak. Ve bu kayıtlar sürekli incelenerek belli bir başarı grafiği yakalanacak. Tersi durumda ne kendimiz, ne de başkası bizi zincirle dövmeyecek ama geleceğin derin kuşkuları ruhumuzu sürekli dövecek. Yaş 40’ı aştığında, başlangıçlardan uzaklaşıldığında bitişlerin acımasızlığı bizi daha da yıpratacak.

Tüm bu sorgulamalarla birlikte neden yaşamımızı bir şirketi yönetir gibi yönetemediğimizi düşünüp duracağız. Hatta kocaman şirketleri yöntebildiğimiz halde özel yaşamımızdaki duruşumuzu neden güçlü, hatırı sayılır bir marka haline getiremediğimizi düşünüp kahrolacağız, nasıl mı? Şirketlerin olmazsa olmaz olarak yaptıklarına kısaca bakalım;

- İnsan kaynakları departmanı hem eğitimleri, hem performansları, hem kabiliyetleri takip eder, koordine eder, yönlendirir.
- MIS, DWH olarak bilinen raporlama, data ölçümleme departmanları sürekli her bir datayı, hareketi inceler, kayıt tutar, yeni aksiyonlar için ipucu verir.
- Bilgi işlem departmanları en verimli iş süreçleri için yazılımlar üretir durur.
- Pazarlama ve reklam departmanı kurumsal iletişim ve reklam kanallarını en doğru biçimde kullanır.

Hepsini yazmama gerek yok. Düşünelim, bir insan ve genelinde toplum neden kendini bu şkilde yönetemez. Ticari kaygılardan daha mı önemsizdir insan yaşamı? Her şey para, petrol, teknoloji midir? Şu son sorudaki para, petrol zaten alıp götürmekte değil midir insanlığımızı. Yerin altındakiler üstündekilerden daha mı rahattır sizce. Görmezler mi sanıyoruz bıraktığı eserleri ya da viraneleri.

Dünkü yazımda yazdım ve tekrarlıyorum. En başta okunması gerekenlerden alıntıdır bu kelimeler; İnsan cahildir, zalimdir, nankördür, düşünmez, alışır, unutur, v.s.

Kendini markalaştırmaya çalışan güzel insanlara sesleniyorum, ne olur güzelliklerinizi daha fazla anlatın, kendinizi daha çok tanıtın. Sadece ailenize değil olabildiğince tüm insanlara faydalı olun. İletişime geçin, iyiyi de anlatın, kötüyü de. Siz örnek olun ki kötü örnekler sinsinler köşelerinde.

Saygılarımla.


28 Temmuz 2008 Pazartesi

www.takasmerkezi.com ve Önder Eren’in girişimci markası!



Önder Eren ile tanışmadım. Sadece e-postadan iletişim kurdum, sesini dahi duymadım. TakasMerkezi.com ile ilgili bana mail geldi ve ardından kurucusu Önder beyden özel bir mail geldi. Ve beni, yani Reklamhavuzu girişimimi çok sıkı takip etmiş olduğunu ve bu gibi girişimlere çok değer verdiğini ifade etti. Yaklaşım mütevazi, samimi ve yalın. Yıllardır yaptığı girişimlerden de aslında ne kadar çok çalıştığı, ve ne kadar çok yorulduğu ortadadır. Kısmet olursa tanışacağım ve bu derin marka insan ile fikir alışverişinde bulunacağım.

Şimdi diyeceksiniz ki Murat reklam yapıyor. Öyle değil, ben girişimciliğin, kalkınmanın, üretimin, istihdamın, geleceğin reklamını yapıyorum aslında. Fakat birileri ısrarla hala kendi reklamını yapıyor, kendini ön plana çıkarıyor, özel çıkarları toplumun genel faydasına tercih ediyor. Her yerde havalı havalı boy gösteriyor. Büyük grupların anlamsız, bir iki yıl sonra batacak girişimlerinin altına sığınıyor. Bu arada parayı da bulabiliyor tabi ki ve güç kazanıyor. Akıllıca değil mi? Evet bireysel olarak akıllıca, toplumsal açıdan akılsızca. ”Benden sonrası tufan” yaklaşımı...

Bu iki paragraf dahi yurdum insanının kişisel markalaşma konusundaki yanlış ve gelecek karartan algısını anlatıyor aslında. Bireyin markalaşması sosyolojik parametrelerle güçleniyor aslında. Buna demokrasi kültürünü benimseme de dahil, teknolojik kabiliyetlerimizin gelişmesi de. Yoksa en zeki, en kabiliyetli insanlar dahi yalnız kalır, korkar ve siner. Yalnız kalan bir insanın markalaşması da düşünülemez. Gelin bu girişimci insanların nasıl yalnız kaldığını ve böyle giderse Türkiye’den Google’ın ”G” sinin dahi çıkamayacağını madde madde anlamaya, anlatmaya çalışalım.

1- Yoldan geçen bir insan bana dese ki; ” Murat bey ben şöyle bir girişim yaptım, bana yardımcı olur musunuz?”. Göreyim ki, girişim tek kelime ile berbat aslında. Ama o insanın motivasyonunu kırmamak, bilgim dahilinde doğru yönlendirmek için o iş abesle iştigal dahi olsa elimden gelen desteği, tavsiyeyi vermeye çalışırım. Reklamhavuzu da freelance arkadaşlar için aynı destekle yola çıkmıştı. Ve hala akıllarda. Demek istemiyorum ki gereksiz işlerle vakit kaybedin, kendinize yatırım yapmayın. Sadece önce değer verin, saygı ile karşılayın.

2- Yeni bir internet projesi gördük diyelim. "Ya adama bak, parayı götürecek valla. Hadi hemen biz de yapalım, pastadan pay kazanalım." Hatta mümkün ise karşı reklam yapıyoruz diye çomak sokalım. Hep bana rabbena. Bilmez ki o kişinin, ekibinin onu ortaya çıkarana kadar akla karayı seçtiğini.

3- Benim fikrim, benim projem en güzelidir diyerek kendinin kandıran girişimci tipler var ya. Onlar da o rüyadan en kısa zamanda uyanıyorlar merak etmeyin.

4- Büyük holdinglerin internet, mobil projelere yatırımlarını düşünelim. İnsaf, Turkcell dahi Shubuo da yanlışlar yapmışken siz daha dünkü çocuk sayılırsınz. Yüz binlerce dolarlar yatırır, sonunda ”aaa olmadı” diyerek değiş ton ton yaparsınız. Bana parmakların sayısnı geçecek kadar örnek gösterebilir misiniz, büyük sermayenin küçük ama gelecek vadeden internet, mobil projelerine destek verdiğini ve devam ettiğini.

5- Elitleşme sorunu var hala ülkemizde. Elit takılırsa daha çabuk yükselebileceğini düşünen tipler. Sonuç, ya zengin bir aile kızı bulunur ya da dolgun bir maaş ile yola devam. Girişim mi, ne uğraşacağım kardeşim.

6- Bu ükede doğdum, KOBİ kelimesini duydum, yaşım oldu 35 hala KOBİ kelimesini duyuyorum. Daha yeni yeni Avrupa Birliği fonları, KOSGEB v.s. fonları sık konuşulmaya başlandı. Halbuki ekonomin % 70’i herhalde bu kategori üzerinde dönüyor. Yani ter kokusuna saygı duyulması gereken esnafımız.

7- İnsanoğlu kıskançtır, gururludur, nankördür, zalimdir, cahildir. İsterseniz genetik yapıyı araştırın, bu yaratılıştan böyle. Ah şu kıskanma güdümüz, imrenmeye dönüşse de daha fazla çalışsak ve daha çok yardımcı olmaya çalışsak.

8- Venture ya da seed capital firmaları iş planı istiyor. Hadi yaptık gönderdik diyelim iyi kötü. Hiç bu sürecin sonuçlarını inceleyen var mı? Yurt dışında değil belki ama ülkemizde hala ”tanıdık” ayakları daha önemlidir. Keşfedilmek için ya popçu ya topçu mantığı hala geçerlidir. İş adamlarının bizim internet projelerini araştırdığımız kadar zamanları, iletişim imkanları yok mu? Fazlası ile var ama vizyon o yöne değil ki.


Ben de bu vizyonu aklım erdi ereli merak etmişimdir. Acaba hükümetlerin 50 yıllık bir planı olsa nereye yatırımı olur, olmuştur, olacaktır. Hayvancılık, tarım desen ”köylü” imajı kötüdür ya hadi taknolojiye. Teknoloji, o da yok. Hadi organik tarıma. O ne zaman olur, bilmem ki. O da olmadı, hadi turizme bakalım. Çocuğum bana böyle bir soru sorarsa oturup ağlamam lazım herhalde.

10 madde bile yazmak istemiyorum, çünkü moral kalmıyor. Ben en başa Önder Eren ve bu gibi girişimci ruhun kendilerini kıskıvrak sardığı ve içten bir gayretle yola devam eden insanlara dönmek istiyorum.


Ey girişimci arkadaşlar, sizler benim bu yazdıklarımı unutun, yolunuza mantıklı, istikrarlı, planlı ve sabırlı bir şekilde devam edin. Motivasyonunuzu bozan, size, emeğinize saygı duymayan her şeyi çöpe atın. Sizin gibi girişimcilere gerçekten, gönülden yardımcı olun ve birilerine ders verin. Girişimci insanların marka değerini ısrarla anlatın.

Başarılar TakasMerkezi.com, Önder Eren ve nice girişimci arkadaşlara.

Saygılarımla.

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Bir korku filminde mi oynuyoruz?

En çok neden korkuyoruz biliyor musunuz? İçimizle dışımızın bir olmasından. Düşündüğümüz her şeyi, her cevabı ifade edebilmekten. Bildiğimiz doğruları söylemekten. Gücümüzü, bilgimizi, potansiyelimizi tamamen ortaya koymaktan. Bu listeyi o kadar çok uzatabilir ve her birine o kadar çok örnek verebilirim ki. Korku filminde ounuyoruz, neden böyle? Gelin bakalım.

- Biz çocukken anne babamız hep kavga etti ve ayrıldılar diyelim. Kardeşlerimizden de ayrıldık ve aile parça parça oldu diyelim.( Allah korusun) Ölene kadar güven sorunu yaşayabiliriz. En yakınlarımıza ve kendimize. Hep bir telafi etme hırsı ile etrafımıza saldırabiliriz. Ha bir de bunu saklarız, içimizde en derin bir yerlerde. Bu açığı başka lanlardaki başarılarla atlatmaya çalışırız. Kimse çakmasın diye. Aslında bir çok kişi bilir ve bunu o kişiye söylemkten de korkarlar. Alın size karşıklı korku filmi.

- İlk öğrenim yıllarında derslerinizin pek de iyi olmadığını ve sıfırcı ( belki de eli sopalı) hocaların tezgahından geçtiğini varsayalım. Ne aileniz destek oldu ne de öğretmeniniz. Okuldan, sınavdan, kitaptan v.s. eğitim ve öğretime dair bir çok şeyden korktunuz. Yani başarmaya kalkışmaktan bile korktunuz aslında. Karşınızda "başarısızlık" riski var diye. Buyurun size yine korku filmi.

- Küçükken bir arkadaşınızdan dayak yediniz. Mahalle çeteleri vardı ve kendinizi bir türlü ifade edemediniz. Belki ömür boyu arkadaşlık, dostluk kurmaktan korktunuz.

- Bir sesten, bir mekandan, bir kokudan korktunuz. Ve bu korkularınızı ne kimseye söylediniz, ne de kimse size sordu. Sakladınız, beraber büyüdünüz ve daha da korktunuz.

- İş yaşamında yanlış yaptınız, bir daha, bir daha yaptınız. Ve hepsinde de yol gösteren, eğiten değil de ağzını açıp gözünü yuman müdürlerle, patronlarla karşılaştınız. Ve artık hata yapmaktan korktunuz. Yine yanlış yaparım korkusu ile yeni bir sorumluluk almaktan da korktunuz. Buyurun kariyerinizin korku filmine.

- Süper zekisiniz, analitik düşünüyorsunuz, acaip yaratıcı fikirler var. Patronunuza yalakalık için değil de gerçekten şirketin karlılığı, verimliliği için öneriler sunuyorsunuz. Ya da sunmaya çalışıyorsunuz. Üst yönetim ya da orta kademe müdürler sizin gibi bir çömezi takmıyor değil mi. İşte, öneri getirmekten, fikir sunmaktan da korktunuz.

- Girişim yaptınız, batırdınız. Halbuki gemileri yakmıştınız büyük bir cesaretle ama planladığınız gibi olmadı. Aslında cahil cesareti idi ama içinizden geleni yaptınız. Sonuçta belki 2 yı çalışarak ödeyebileceğiniz bir borca girdiniz. Bir daha mı, tövbe diyerek korktunuz. Çevreniz de aynen şöyle dedi "Eeee biz sana söylemiştik" Kendinizden, fikirlerinizden, projelerinizden, yaratıcılığınızdan korktunuz.

Bu kadar korku faktörü ile nasıl kişisel marka olunabilir ki! Özelliklerinizin, kabiliyetlerinizin, güzel kalbinizin yüzde kaçını sunabiliyorsunuz insanlara. Bundan bile korkuyorsunuz, yanlış anlaşılır diye.

Hangi birini anlatayım, o kadar çok ki. Oturun, korkularınızı siz düşünün. Neredeyse hayatımızı bir korku filmi gibi yaşıyoruz. Eşimize, çocuğumuza, anne ve babamıza dahi içimizden geçeni hemen aynı şekilde söyleyemiyoruz. Uygun zamanı ve zemini bekliyoruz. Bir de bakıyoruz ki, o zaman ve zemini bir türlü tutturamayarak büyük gedikler açmışız iletişim kalemizde.

En başa dönersek, bu korkular nedeni ile içimizi dışımıza çok az yansıtabiliyoruz. Gülmüyoruz, ağlamıyoruz, sevemiyoruz, bağıramıyoruz. Belki de dinimizi de, dilimizi de, ırkımızı da, kültürümüzü de, politik görüşümüzü de, geleneklerimizi de, geleneksek kıyafetlerimizi de bir çok şeyi saklıyoruz. Çünkü ayıplanmaktan, baskı altına alınmaktan korkuyoruz. Ve maskelerle dolaşıp duruyoruz ortalıkta.

Bu korkularla, bu maskelerle, içi dışı farklı olmakla ne marka olunur ne de mutlu bir hayat yaşanır. Olsa olsa bir korku filminde ucuz oyuncu olunabilir. Şunu asla söylemiyorum. Diplomatik olmamak, akıllıca davranmamak, içinden geçen herşeyi herkese, her yerde her zaman söylemek değil demek istediğim. Bilinç altımızdaki korkularla yüzleşmek ve bu korkuların bizi yönlendirmesine izin vermemek. Nasıl olacaksa?

Bu yazı da çok korkunç oldu sanki. Ama yüzleşmek için bir kapı olabilir.

Saygı ve sevgiler sunuyorum korkusuzca.


22 Temmuz 2008 Salı

İş Kazalarının 4 Ana Nedeni !

1- Görmedim
2- Bilmiyordum
3- Düşünmedim
4- Acelem vardı

Bu başlığın kişisel markalaşma ile ne ilgisi var diyeceksiniz şimdi. Hayatımızdaki en büyük sorunları iletişim ve algı kazaları çerçevesinde yaşamıyor muyuz? Hatta bunlardan bazıları da telafi edilemez, uzun süreli iletişimsizlik ve düşmanlıkları ortaya çıkarmıyor mu? Fabrikalar, depolar için değil de gelin bu maddeleri gündelik yaşamımıza yorumlayalım.

1- GÖRMEDİM

Örneğin, Iş makinası kullanıyordum. Aynaya baktım ama kör nokta oluşmuş herhalde göremedim, fark etmedim. Arkadaşımın ayağı kırıldı ya da canına mal oldu. -Allah korusun-

Yaşamımızda bazı olayların ve insanların hareketlerinin aslında ne anlam taşıdığını doğru yorumlayabiliyor muyuz? Bu insan nasıl böyle oldu, bu olayın önceden nasıl kestiremedim diye hayıflandığımız omuyor mu? Kalp ile hisstetmeyi, düşünmeyi bırakın, hayat koşturmacası içerisinde etrafımızdaki değerli insanları dahi farkedemiyoruz, kıymetini bilmiyoruz. Ya da elimize geçn imkanları, fırsatları değerlendiremiyoruz. Bakış açımızı, algımızı değişitirerek doğru sonuçlar çıkaramıyoruz. Bilincimiz o anda nerede idi, neden bu kararı verdi onu dahi hatırlayamıyoruz.

Bu "görmedim" nedeni, bana “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünü hatırlatıyor. Sizin göremediğiniz boşluğu birileri hava gibi doldurur. Fırsatları başkaları değerendirebilir. Kendi marka değerinizi dahi fark edemeyerek başkalarına hizmet eder durursunuz ömür boyu. En güçlü yanlarınızı, kabiliyetlerinizi keşfedip kullanamadan bu dünyadan göçer gidersiniz. Sık kullandığımız “keşke“ kelimeleri hep bu gibi kaza nedenleri sonrasında ortaya çıkar. Ben de diyorum ki, keşke hayatımızda bir çok şeyi görebilsek, bilinçli olarak farkedebilsek, kalbimizi, zihnimizi uyanık tutabilsek.

2- BİLMİYORDUM

İş makinasının bu şekilde kullanılacağını bilmiyordum. İyi eğitim almadım v.s. Maddi hasar ve can kaybına yol açabilecek bir kaza için bu bahane geçerli olabilir mi? Hele ki cana gelen her hangi bir zarar için hiç bir bahane kabul edilemez bence.
Bu madde kişisel markalaşmamızı sekteye uğratacak kazalar için o kadar önemli ki! Bilgi eksiklik sormakla, öğrenmekle, eğitimle, kaynak okuma ve araşatırma ile giderilebilecek bir durum. Fanatik takım tutmayı, geceler boyu eğlenmeyi, süslenip püslenip hava atmayı çok iyi biliriz. Fakat her nedense iyi bir cv yazmayı, sunum ya da iş planı hazırlamayı, kariyer yönetimini, ilişkilerimizdeki iletişimin dinamik yapısını, insanlara nasıl daha saygılı olacağımızı v.s. hiç bilmeyiz. Yönetici isek çalışanlarımıza sabah başlarız fırça atmaya, akşama kadar. Hatta eve gelir bir de eşimize, çocuklarımıza fırçaya devam ederiz. Her şeyi en iyi biz biliriz ya. Çalışan isek sabahtan başlarız şikayet etmeye akşama kadar hatta eve gelir eşimize de yatana kadar dert anlatmaya devam ederiz. Hani performansımız süper olduğu halde hep hakkımız yenmiştir ya.

Hadi kitap okumayı, bilgi almayı bırakalım etrafımızdaki değerli insanları dahi değerlendiremiyor, onlardan bir şeyler öğrenmiyoruz. Yani doğru örnekler peşinde koşmuyoruz. Geçmişte, tarihte insanların hem kendilerini hem de toplumlarını nasıl uçurumlara sürüklediklerini farketmiyoruz. Okumuyoruz ki. Ya da okusak da hatırlamıyoruz, unutuyoruz. Aslında her yazı, her kitap birbirinin tekrarıdır. Sadece farklı bir üslup ile insanlara aynı şeyi tekrar tekrar hatırlatmaktır. Bakın ben iş kazalarından yola çıkarak bu yazıyı yazıyorum örneğin.

Cehalet en büyük düşmandır. Çünkü insan bilmediği şeye düşmandır.

3- DÜŞÜNMEDİM

Bence en yorucu iş düşünmek, analiz etmek, hızlı ve doğru karar verebilmektir. Nasıl düşünelim ki! Okul hayatımızda düşünmeyi değil ezberlemeyi öğrendik. Aile hayatımızda anne babamız düşündü karar verdi biz uyguladık. İş hayatımızda patron hep haklı idi, düşünmek yine başkalarına kaldı. Kusura bakmayalım ama düşünme, anlama özürlü insanlar olup çıktık ortaya. İş makinası kullanıyordum. O anda orada insanların olabileceğini düşünemedim. Çizgi vardı ama onu da unuttum, düşünemedim. Güvenlik kurallarını hiç düşünmemeliyiz zaten, uygulamalıyız. Ama bu kuralların neden var olduğunu hep düşünmeliyiz ve refleks haline getirmeliyiz.

Yaşam temposu çok hızlı. Kişisel markalaşma yolunda nerede hangi konumda olduğunuzu en son ne zaman düşündünüz. Her gün sizde refleks halini almaış kaç markalaşma davranışınız var. Kariyerinizde, özel yaşamınızda başınıza bir bela gelince mi düşüncelerinizi, davranışlarınızı sorgulamaya başlıyorsunuz. Yanlışlara karşı önleyici tedbirleri en son ne zaman düşündünüz. Yoksa hep başkalarının güdümünde mi yaşıyorsunuz para için. Kişisel markalaşmanın aslında özgürlüğün ta kendisi olduğunu ne kadar fark ediyoruz örneğin.

On yıl önce böyle düşünememiştim. Doğru bazı şeyler için zamanın olgunlaştırması gerekir. Ama ya şu anda yaptığınız yanlışlar için de on yıl sonra böyle şeyler söyleyeceğinizi bilseniz ne yapardınız. Düşünün, canlandırın, on yıl sonraki kendinizle konuşun. Aman başkaları görmesin :)

4- ACELEM VARDI

Işte belki de en can alıcı "virüs". Siparişi çok hızlı yetiştirmem gerekiyordu o nedenle makinayı hızlı ve dikkatsz kullandım. Direksiyon hakimiyetini kaybettim v.s.
Yazılı kaderimiz haricinde yaşam direksiyonu kimde, gaza da frene de basan kim? Tabi ki insanın ta kendisi. Direksiyon başkasında olabilir mi? Öyle ise bu yazıları okumaya bile gerek yok zaten, baştan kaybetmişsiniz demektir. Halk dilinde kullanılan, acele giden ecele gider gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ya da hırs nedeni ile acele etmek. Sabrın ne anlama geldiğini, algımızın, bilncimizin de bir organizma gibi gelişitiğini göz ardı etmek.

İletişimde "duygusal zeka" ya da "empati" olarak adlandırılan olguları hep ecelemiz nedeni ile atlarız. Acelem vardı, dinleyemedim, anlamaya çalışmadım, senin şapkanı takarak düşünemedim ve sonuçta yanlış karar verdim. Kariyerimde hızlı olmam, çok para kazanmam gerekiyordu, hızlı yükseldim ama temeli sağlam olmayan bina gibi çöküverdim. Ya da temel diye güvendiğim insanlara, şirketlere aldandım, yanıldım. Baktım ki aradan yirmi yıl geçivermiş, yaşlanmışım.

En iyi analizler, en iyi planlar büyük bir ruh dinginliğinde yapılır. En doğru kararlar da olaylara sakin ve objektif yaklaşarak verdiğimiz kararlardır. Hırs, ideal, hedef gibi kelimeler doğru zamanda ve yerinde kullanılırsa işe yarar. Yoksa sahibini yakar. Daha önce yaşadığım için girişimci örneğini çok fazla veriyorum. Acele etmeyen, projesine her gün az dahi olsa bir şeyler katabilen, finansal döngüsünü az para ile dahi olsa çevirebilen girişimci başarılı olur. Hani batmak için ilk iki yılı gösterirler ya. Yanlış yapanlar ilk iki yılda zirveyi isteyenlerdir. Ütopik olamayalım lütfen. Bu aceleden dolayı neleri yanlış yaptığımızı listelersek çok utanırız.

Acele doğmayız, konuşmayı, yürümeyi, okumayı, yazmayı acele öğrenemeyiz. Çok az kişi 20 yaşında iken 60 yaşında bir kişinin saygılı davranışını, doğru algısını yaşayabilir. Tabi her yaşın hakkı verilmelidir ama ya çocukluğumuzu daha fazla yaşıyorsak, ya "ikinci karakter" denilen öğrenilmiş güzel şeyleri atlıyorsak. Yaptım oldu, olmuyor. Bir yerden patlıyor ister inanın, ister inanmayın.

Benzetmelerim, ifadelerim ne kadar doğru oldu bilemiyorum ama dünya çapında bir firmanın 25.000 metrekare kadar deposundaki neredeyse her sütunda yazılı olan bu dört maddeyi size bu şekilde sunmak istedim. Çünkü o depoda arı gibi vızır vızır çalışıyorlar. Hayatın kendisi de böyle bir hızda ilerliyor. Gözümüz, beynimiz ve kalbimiz bu uyarıyı ne kadar çok algılarsa o kadar iyi oluyor. Biz de hem çalışma masamıza, hem de evin duvarlarına mı assak acaba. Abartıyorsun diyorsanız, yaşamınzdaki abartı yer tutan iletişim ve davranış kazalarına bakın derim.

Kazasız günler geçirmeniz dileği ile.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Kişisel Markalaşma Çile Doldurmak mıdır?

Bağırarak ve büyük bir hiddetle “EVET“ diyorum. Hangi işi disiplinsiz, plansız yaptık da başarılı olduk. Ben olamadım, büyük ihtimalle siz de olamadınız. Atadan, babadan gelen şöhret ve zenginlikle bir yerlere geldi iseniz bu yazıyı okumakla zaman kaybetmyin lütfen. Golf oynamaya, ya da köşkünüzün havuzuna yüzmeye gidebilirsiniz. Markalaşmak, büyük baskılar altında zoru başarmaktır aslında. Hem iş,hem de özel yaşamında dikkat etmen gerek bir çok kural çıkar ortaya. En rahat insanlar bile o rahatlıklarının içinde kendilerini alıştırmış oldukları öyle kurallar gizlerler ki, asla o kuralları çiğnemezler. Başkasının da çiğnemesine izin vermezler.

Yaşamın kendisi ölüme giden bir yoldur. İnsan bu kısacık yolda mutlu, başarılı, sağlıklı ve faydalı olmak ister. Kimi çok ister, kimi de haline şükreder oturur. Markalaşmaya çalışmak bir hırstır. Fakat güzel bir hırstır. Öyle anlamsız bir çaba değildir. Ayakta alkışlanacak bir gayrettir bu. Düşünce dünyamız hep buna göre şekillenir. Hedeflerimiz hep bu şekildedir. Bir de kişisel kazancımızı biriktirdiğimiz “kovamız“ büyük ise tatmin olmak da zorlaşır. Halbuki küçük şeylerle de kanaat ederek mutlu olmayı bilmek gerekir. Varlığın düzeninde tek düzelik yok ki. Hep bir birini tamamlayan ölçekler, hareketler var evrende.

Ülkemiz şartlarında bir insanın ruh halini anlayabilmek için iki örnek verelim bu yazımızda;

1- Girişimci
2- Ve bu girişimci baba

Girişimci;

- Adamdan zeka fışkırır, hayatı kitap okumakla, ve entel bilgi depolamakla geçmiştir. Ama varsayalım ki Anadolu’daki orta halli bir ailenin delikanlısıdır. Kariyer yapmak dahi ona basit gelmektedir, yüksek bir maaşla genel müdür ve CEO olmak bile. Sürekli fikirler, projeler üretir ama ne parası ne de pulu vardır. Bazı denemeler yapar, ümitsizliğe kapılır, batar, çıkar ama hala denemeye devam eder. Ben bu yazıyı yazrken o hala denemelere, çırpınmalara devam eder.

- Dünya çapında ün yapan bazı internet projelerine bakarak iç çeker, ben de yatırımcı bulabilirim der. Ama bilmez ki yaşadığı yer Türkiye’dir. Bencilliğin, kıskançlığın, hep bana rabbenanın,“biz“ kelimesinin sadece savaşlarda ve zor şartlarda akıllara geldiği bir ülke olduğunu unutur. Yine kendi imkanları ile bir şeyler yapmaya devam eder. Ha bu arada geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi vardır ve bu girişimlerini mesai ile birlikte yapar. Yani aslında imkansız ile uğraşır.

- Ticareti bilmez, çünkü yüz yıllardır topraklarında hep başkaları bu işi yapmıştır ve dedeleri, babaları hep emir altında çalışmışlardır. Genlerinde dahi ticaret yapma ruhu kalmamıştır neredeyse. Okullarda ise sadece sınavdan geçilir, eli yüzü düzgün bir iş bulabilmek için. Yani ezberle oğlum, geçersin demişlerdir.

- Ağır, aksak projesini ortaya koyar ama destek yerine köstek daha çok olur. Ülkesindeki insanlar o kadar sessiz, o kadar tepkisiz ve o kadar günü birlik yaşarlar ki.

Baba;

- Yukarıdaki girişimci iki çocuk babasıdır diyelim. Eşine çocuklarına daha fazla zaman ayırmak, ilgilenmek, iyi örnek olmak ister. Bu zaman planını yapmakta o kadar zorlanır ki yaşı zaten 40 olmuştur diyelim. Yine de vazgeçmez, hem işinde hem de evinde başarılı olacaktır ya.

- Bu baba çok performans gösterdiği için yaşamına, tarzına dikkat etmek zorundadır. Marka olacak ya. Bu kadar yoğunluktan neredeyse bildiği her şeyi unutur, belki bir çoğunu yapamaz.

- Babanın ve eşinin de aile çevresi vardır. Sorunlu da olsa sorunsuz da olsa belli bir ilgi gerektirir. Koştur baba koştur.

Bu üç beş madde markalaşmada ortalama puan almak içindir bu arada. Yapılması gereken maddeler o kadar çoktur ki. Bu konuda yazılan kitapları, makaleleri okuyun bunalırsınız eminim. Gerçek bu mudur, yine koca bir EVET. İç ve dış disiplin, stratejik planlama, diplomatik davranışlar, pratik ve aksiyoner olma v.s.

Kendimden başlayarak bir çok insanımızın kolaycılığa ve kaderciliğe mahkum olduğunu farkediyorum. Nasıl mı;

- Proje yaptım olmadı. Bir çok başarılı proenin BETA süreci dahi yıllar almıştır aslında.

- Çalıştım çabaladım ama bir türlü para biriktiremedim. Savurganlığımızın hesabını hiç yapmamışızdır aslında.

- Çocuklarım beni dinlemiyor. Her gece göbeğini kaşıyarak sadece tv de maç izledi isen ne olsun ki.

- Patronumla, müdürmle anlaşamıyorum. Onun şapkasını takarak hiç düşünmemişsindir ki.

- Yabancılar müthiş başarılı valla, bizden adam olmaz. Sadece son 100 yıla bakın derim. Ne kadarını örnek almışızdır ki şöhret ve sınırsız maddi tatmin haricinde.

- Bir fikrim var ama destek bulamıyorum, yatırımcı bulamıyorum. İyi bir iş planı ve sunum için bana 10 madde say desem sınıfta kalırsın eminim.

- Girişim yaptım battı, çok borca girdim artık risk alamam. Kaç kişi ilk girişiminde başarılı olmuş ki. Kendin için, toplumun için, bütün insanlık için en büyük riski aldın bile. Otur, keyfine bak.

- Benim ailem zaten zengin, bana ne. Doğru ya üretim ve istihdamın ekonomideki yerini anlatsam da anlayamazsın zaten. Seni gidi miras yedi.

Bu yazıyı yazdığım 19 Temmuz 2008 saat 13:00 itibari ile düşünün arkadaşlar. Geçmişten gelen perişanlıklar, korkular, baskılar sizi hiç bırakmayacak. Siz onları bırakın. Kişisel markalaşma çabası şu anda zor ise gelecekte daha da zor olacaktır emin olun. Çünkü derler ya aslında ”gün, günden zor gelirmiş” önlemini almazsan.

Yazıyı buraya kadar okuyanlar şunu düşünebilir. Murat, amma da kastın yani. Kusura bakmayın ama dervişler, ruhbanlar gibi çile doldurmaktan bahsetmiyorum ki. Normal hayat akışınızda zaten bir çabanın, bir zorluğun içinde olduğunuzu söylüyorum. Vazgeçmeyin, sebat edin sabredin, daha hızlı, daha iş bitirici ve daha vizyoner olun diyorum. Bu bir sınavdır ve illa ki 100 almanız gerekir demiyorum. Siz sadece 70 alsanız ben şimdi gelir önünüzda saygı ile eğilirim.

Dün akşam bir partide, büyük yaşına rağmen hala koşturan bir iş adamı ile görüştüm. Dedi ki ”Siz benim iyi halimi görüyorsunuz. 50 yılımın nasıl geçtiğini sormuyorsunuz” dedi. Kıymetli eşi de yanında öyle bir iç çekişle başını salladı ki. Ben de daha 11 yıllık çalışma hayat olan birisi olarak düşündüm. Ben daha ne yaptım ki, ne çile çektim ki. Kişisel markam için daha ne yaptım ki. Bazen de çok yorulduğumu, yıprandığım filan düşünürüm. Hadi oradan...

Sevgilerimle.

18 Temmuz 2008 Cuma

Kariyerinizde markalaşmak için 14 öneri;

1- Analitik düşümek. Analiz süreci işi uzatmak gibi görünse de süreç analizini eksik yaptığımız için yanlış kararlar veririz. Ve tekrar düzeltmek için büyük maliyetler katlanırız.

2- İş bitirici olmak. Bir iş için adınız geçtiğinde şöyle söylensin. "Bu işi bu arkadaş havada karada yapar, tamamlar, gözümüz arkada kalmaz."

3- Delegasyon yapmak ve sorumluluk vermek. Özellikle orta ve üst seviye yöneticiler, büyük bir gazla her işi ben yaparım dediğinizde batmaya başlamışsınız demektir.

4- Şikayetçi bir tip olmaktan sakının. Sizi hep çözümler üreten bir insan olarak tanısınlar.

5- Rekabet yapacağım diye, olur olmaz her şeyi yapmayın. Sabırlı olun, stratejik olun. Bekleyin, bekleyin, bekleyin. Bu üç bekleme aşamasından sonraki aksiyonunuz güçlü ve vurucu olsun, geriye dönüş olmasın.

6- Patronunuzu, yönetiminizi anlayın. Öneriler getirbilir, yorumlarda bulunabilirsiniz ama o ticari döngüyü siz yönetmiyorsunuz, unutmayın. Tasvip etmeseniz dahi sabır ve saygı gösterin.

7- Şirketin stratejisini ve yol haritasını etkileyen kişi ve olayları iyi gözlemleyin. Habersiz kalmayın. Gelişmelere göre duruşunuzu ortaya koyun. Ama sakın yanar döner olmayın.

8- Kişisel kariyer hedeflerinizin stratejik bir zaman ve aksiyon planı olmalı. Ve bunu hep hatırlamalısınız.

9- Hangi işte, hangi konumda olursanız olun bulunduğunuz kariyer basamağını çok iyi değerlendirin. Bu başarı % 90 ihtimalle sizi daha iyi basamaklara tırmandıracakatır.

10- Dikey yükselmeden daha çok yatay genişleme ve sağlam bir iş networkü oluşturmak gerek. Yeni ve nüfuzlu insanlarla tanışmak ve iletişimi sürekli tutmak önemli.

11- Ticareti anlamak gerek. Hepimiz ticari kuruluşlardan kendi ticaretimiz için para kazanıyoruz. Fakat, sistemin nasıl yürüdüğü hakkında en ufak fikrimiz yoksa kariyerimizi de yönetemeyiz.

12- Dedikodu yapmamak. Özellikle şirket sahibi ve yöneticilerle ilgili. Sizin hakkınızda yapılsa hoşunuza gider mi?

13- Sorunu bir üstüne ya da ilgili kişilere bildirmek ve bildirdiğine dair de elinde kanıt bulundurmak. Buna şikayet etmek diyebilirsiniz ama işin gereği bu ise neden yapmıyoruz da başkasının sorumluluğunu üzerimize almış oluyoruz.

14- Hayatın sadece iş olmadığını bilmek. Doğru, verimli, hızlı çalışabiliriz ama mola moladır, tatil de tatil. Göze girmek için mesai yapanlara hiç inanmamışımdır, yalakalara da.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Yeni olan ne?

Buluşların haricinde yeni bir şey yok desem. Örneğin GSM teknolojisi yeni olabilir. Ama mobil dünya üzerinde değişik projeler ortaya koymak ”geliştirmek” sayılabilir. Bir araştırma sonucundan hatırladığım kadarıyla buluşlar aslında belli tarih aralıklarında daha yoğun olmuş. Yakın zamanda daha az diyebiliriz. Fakat yakın zamanda, belki son 20-30 yılda olan bir şey var ki o da innovasyonla, yaratıcılıkla birleşen geliştirmelerin fazlalığı. İnsanlar daha ayrıntı, daha özel, daha faydalı süreçleri inceliyorlar. Ve çıkan projeler harika. Semantik mantıklı arama motorlarından, web bilmem kaç nokta sıfır yazılımlarına varana kadar. Bu gelişme sadece iş dünyası olarak değil insan faktörü ile birlikte gelşiyor. Bireysel ve sosyal algılamalarımız da gelişiyor, değişiyor ve bu aşamalar sürekli devam ediyor.

Peki, bu kadar bilgi, beceri, zeka daha önce yok muydu? Kesinlikle vardı ama araçlar ve yöntemler daha farklı idi. Bir de toplumsal hedefler de insanoğlunun hızını etkiliyordu. Yani arz, talep meselesi. Geçenlerde bir arkadaşım "yaşadığımız bu yılların zekaya yönelik olduğunu, sannırım 2010’lu yıllar ve sonrasının daha içsel, daha romantik, daha özel hislerin yoğun olarak yaşanacağı yıllar olacağını" ifade etti. Tabi neye göre. Astroloji bilimine göre. Doğru olduğunu varsayıyorum ve şöyle bir yorum getiriyorum;

Zeka durmaz devam eder fakat insanlar, toplumlar daha fazla ”ben” ile uğraşıyor artık. Bilirsiniz ”ben” demek aslında ”ego” demektir. Bireylerin olduğu gibi toplumların da egoları, içsel dünyaları vardır. Daha çok kişiselleştirilmiş uygulamalar, daha niş ”social community” projeleri gibi. Bu terimler size sadece internet, web dünyasını hatırlatabilir ama değil. Din, medeniyet, kültür ve diğer etkenlerle insanların aidiyet duyguları nerede birleşiyorsa oraya daha hızlı ve keskin dönüşler yapacaklar. Ayrışma gibi görünen bu durum aksine globalleşme denilen iç içe network katmanlarını ortaya çıkaracak. Bireyin kendini daha rahat, daha güvenli ve daha özgür ifade edebilmesi diyebiliriz. İletişim ve teknolojinin bu denli gelişmesi, bu talebi sürekli karşılamaya çalıştığı için her alanda etkisini hissettirecek.

Yeni olan ne, sorumuza dönersek. Mısır pramitlerini yapan insanların astronomi konusunda müthiş bir bilgiye sahip olduklarını biliyoruz. Kişisel markalaşma diye anlatılan bir çok şeyin de tarihte yaşamış bir çok erdemli insan tarafından nasıl anlatıldığını da biliyoruz. Ama şu anda yöntem ve araçlar çok daha farklı ve mükemmelliğe doğru gidiyor. Tarihte insanların daha özel ve dar alanlarda, daha sade yaşamlar sürdüğünü biliyoruz. İhtişamlı saray yaşantılarından bahsetmiyorum. İnsanlar güç ve para ile dağıldıkça bir yandan da toparlanmaya çalışıyor gibi. Çünkü sonsuz isteklerin harcadığı bir şeyler var. O da yaşamı kaçırma ile ilgili.

Neden kişisel markalaşma diyoruz, sosyal medya diyoruz, network diyoruz! Daha kişisel ve daha basit kurgular tasarlıyoruz. İnsan mükemmel bir varlık olmakla birlikte içinde büyük bir ”yalın” olma durumu vardır. İçsel tatmin her zaman önde gelir. Çünkü sürekli kendi egosuna bağlanmak ister. Ancak bu şekilde anlayabilir varlığı, yaratılışı ve ”son” suzluğu. Eskilerde çekirdek hükmünde olan bilgileri müthiş bir ar-ge ile öyle kullanışlı hale getirir ki bize tüm bunlar yeni imiş gibi gelir.

Buluşlar gerçekleştirelim. Ama daha önemlisi bulunmuşlar üzerinde dünya çapında geliştirmeler yapalım. Zekayı, mantığı durdurmayalım fakat paralel bir şekilde varlığı ve kendimizi dinleyelim. Ses ve görüntü karmaşasından kurtularak doğru yansımaları keşfedelim. Her bir kişisel markalaşma adımının toplumsal gelişime katkıda bulunacağını ve bizden sonraki nesillerin ne kadar teşekkür edeceklerini unutmayalım.

Tüm bu gelişmelerin yeni diye adlandırıldığını düşünürsek o zaman ”siz” hep yeni olansınız aslında. Unutmayın zaten marka sizsiniz, reklamınızı yapın.

Saygılarımla.

15 Temmuz 2008 Salı

Kişisel Marka Nasıl Olunur?


Merhaba, yakın zamanda “Satışın 10 Altın Kuralı“ adlı kitabı ile gerçekten bize altın kuralları fısıldayan Taner Özdeş’in kişisel markalaşma ile ilgili yazısı aşağıda. Bu güzel yazı için teşekkürler sevgili Taner Özdeş.

Kişisel Marka Nasıl Olunur?

Murat Esenli’nin “Marka Sizsiniz“ konspeti (sitesi) benim “Limit Sizsiniz” (seminerlerimin) konsepti ile çok paraleldir ; iki konseptt de insanları düşündürmeyi ve iç dünyalarını keşfetmeyi hedefler ..

İnsanın kontrol edebileceği tek güç kendisidir . Kendisi derken - düşüncesi,tutumu, bakış açısı, yaşam tarzı, hayat felsefesi, değerleri, yargıları, tepkileri, sorgulamaları. Bu gücü ne kadar doğru kullanırsak hayatta o kadar başarılı olur, doyumlu, mutlu ve huzurlu yaşarız.

Ajda Pekkan, Müjde Ar, Serdar Ortaç, Hülya Avşar, Gülben Ergen, Tarkan, İbrahim Tatlıses, Beyaz, Cem Yılmaz, Fatih Terim bunlar birer markadır. Marka olmanız demek mükemmelsiniz demek değildir ! Sizin belli bir kesimi temsil etmenizdir. Temsil ettiğiniz kişilerin sizi karizmatik, farklı, başarılı bulduklarının teyididir. Marka olmak süreklilik gerektirir. Süreklilik çaba gerektirir. Hülya Avşar’ın “Meşgul et , meşgul ol ! “ söyleyişi bunu çok güzel bir şekilde ifade eder.

Şu anda Etiler’deki All Sports Cafe ‘den-
www.allsportscafe.com/tr bu yazımı yazıyorum. Burası kendi konusunda bir markadır. 14 yıl önce ülkemizde Cafe kültürü --Starbucks, Gloria Jeans, Kahve Dünyaları ülkemizde yokken- bir karı koca bu işi kurmuşlar: Zehra Aktay , Robert Kolej mezunu, ve kayınbiraderi Metin Akta.y Aydın Aktay ise Zehra’nın eşi benimden bankacılık sektöründen bir müşterim. Konseptleri güzel bir ortamda dostlarınızla kahve içerek ve hafif yemek yiyerek hoşça vakit geçirmek. 15 yıldır çizgilerini hiç bozmadılar. Kaliteden taviz vermediler. Müşteri profilleri seçkin insanlar, hayat tarzı aynı olan, aynı kültür ve çevreden gelen insanlar. Buraya gelmemin en önemli sebebi atmosferi, kahveleri, güzel seçkin mutfağı, mükemmel ve sıcak hizmeti ve tabii ki hoş müziği. İstanbul’un en yoğun yerinde ağaçlar arasında kozmik bir enerji deposu. Bugün bazı insanlar sabah, öğle ve akşam bu mekanlara gidiyorlar. Evlerinde yemek bile yemiyorlar. Yani buraları bazı insanlar için bir ev.. All Sports Cafe web sitesinde şöyle diyor : "UNUTMAYIN, GÖNÜL NE KAHVE İSTER NE KAHVEHANE, GÖNÜL SOHBET İSTER KAHVE BAHANE".
Kişisel marka yaratmak bir cafe, restorandan farklı değildir. Öncelikle içini doldurmanız lazım. Amacınız nedir? Hedef kitleniz nedir? Prensipleriniz, değerleriniz nedir? İnsanların sizden nasıl bahsetmelerini istersiniz. Vizyonunuz nedir? Bunları belirledikten sonra tutarlı olmak, yaptığınız işe uygun imajınızı yaratmak ve sürekli gelişim . Bitmek bilmeyen bir gelişim. Bunu sağlayacak olan para değilidir. Ne istediğiniz, hedefiniz ve amacınızdır. Marka olmak demek insanlar tarafından ulaşılabilir, görünür olmak demektir.

Ufak yaşlardan itibaren insanları seven, aşırı sosyal, dışa dönük, insanların iyi yanlarını gören, ne olursa olsun şaka kaldıran ve kafasına hiç bir şeyi takmayan bir karakterim vardır. En büyük felsefem; insanları sevmek, onlara karşılıksız yardımcı olmak ve iyilik etmektir. Bunun en büyük nedeni insanlara yardım ettiğinizde kendinizi değerli ve iyi hissetmenizdir ( Jeffrey Gitamor buna sağlıklı bencillik diyor- başkalarına yardım ederken aslında kendinize de iyilik yapıyorsunuz diyor- bir bakış açısı!). Sosyal ağlar ve bağlantıların insanın hem sosyal hem de iş hayatında ne kadar önemli olduğunu ufak yaşlardan keşfetmem bana bir çok kapı açtı.

Nasıl sosyal oluruz? Sosyal olmak demek kendimizden farklı insanlarla tanışmak, zaman geçirebilmek ve onların networkuna ( sosyal ağlarına) dahil olmak demektir. Herkes ile kısa zamanda diyalog kurabilmek, kendinizi hiç tanımadığınız insanlara kendinizden emin olarak tanıtabilmektir. Sosyal olmak demek; işten eve gitmeyi unutmanız demektir. Ben 23 senedir evli olmama rağmen işten eve direkt gittiğim çok nadirdir. Ya spora giderim, ya bir etkinliğe, ya bir toplantıya ya da kültürel bir faaliyete. Hayatta başarı bir bedel ödemektir.

Bu bedeli maalesef benim dışımda eşim ve çocuklarıma da ödetmek zorundaydım. Beni bu konuda destekledikleri için öncelikle eşime ve çocuklarıma minnetarım. Özellikle çocuklarım beni ufak yaşlardan beri gözlemleyerek sosyal olmanın önemini anlamışlardır. Onlar da babaları gibi erken yaşlarda kendilerine mükemmel bir çevre oluşturdular. Sosyal olmalarını gururla izliyorum.

Kişisel marka olmak sadece sosyal olmak ile de olmuyor. Sosyal olmak bunun bir parçası. Önemli olan sizin bir değer oluşturmanız. Marka olmak demek diğer kişilerden farklı olmak demektir. Örneğin bir spor (kültürel) dalında başarılı olmanızı da gerektirir. Ben küçük yaşlardan beri babamdan dolayı spor tutkusu ile büyüdüm. 12 yaşına kadar düzenli yüzdüm. Daha sonra kayak, atletizm, basketbol vb bir çok spor denedim. Sonrasında şu anda düzenli yaptığım tenisin en çok sevdiğim spor olduğuna karar verdim. 13 yaşından beri düzenli haftada en az iki kere tenis oynarım. Veteran tenisçiler arasındaki turnuvalara düzenli katılırım. Türkiye’de kendi kategorimde ilk 30-40 tenişçinin arasına her zaman girmişimdir. Tenis vasıtasıyla kendime geniş bir çevre edindim. Bu çevre benim için oldukça yeniydi. Tenis oynamasaydım bu kişilerle tanışma imkanım olmayacaktı. Kış tatillerinde düzenli kayak yaparım. Kayak da tenis gibi size yeni insanlarla tanışma imkanı verir. Spor konusunda en büyük sosyal ağımı Hillside sayesinde yaptım. Hillside yazılarımda bahsettiğim gibi bir spor klübü değil bir yaşam tarzıdır. Hillside’a haftada iki veya üç kere düzenli giderim. Bunun dışında bir çok başka spor klübüne de giderim. Spor günümüzde yeni neslin hayat tarzı olmuştur.

Sosyal olmak, düzenli spor yapmak bunlar sizi tek başına marka yapmaz. İçini doldurmanız lazım. Bir konuda uzmanlaşmanız lazım. Mehmet Öz örneğin sağlık konusunda uzmanlığı ile marka olmuştur. Uzmanlığı dışında sosyal kişiliği, medyatik olması markalaşma süreceni hızlandırmıştır. İnsanların peşinizden sürükleyebileceğiniz bir konu bulmanız ve başarılı olmanız gerektirir.
İş hayatınızda başarılı olmadan sadece sosyal bir kişilikle başarılı olamazsanız. İş hayatınızda ve aile hayatınızda başarı sizi daha yukarılara taşır.

Kendi sektörünüzde de güvenilir, tanınan bir profil oluşturmanız lazım. Basına ve medyaya her zaman yakın olmak, iyi ilişkiler geliştirmek, alçakgönüllü olmak isminizin hızla yayılmasına sebep olacaktır. Ben kendime iki konu seçtim : “satış” ve “insan psikolojisi”. Bu iki konuda da sürekli kendimi geliştirip, bilgimi ve tecrübemi paylaşmaya çalışıyorum. “Satışın 10 Altın Kuralı” kitabımda, ne biliyorsam her şeyi en açık ve samimi şekilde okuyucularımla paylaştım. Bu konularda kendimi geliştirmek için haftada en az 12-16 saat bu konudaki araştırma, kitap ve gözlemleri okumaya, bu konuda uzman kişilerle sohbet ederek öğrenmeye çalışıyorum.

İş hayatının dışında derneklere ( iş ve sosyal) üye olmanız da marka olmanıza fayda sağlayacaktır. Gyiad, Tüsiad, Propeller, Jaycees, Tügiad, Rotary, Lions vb derneklere üye olmanız, aktif görevler ve sorumluluklar üstlenmeniz, marka olmanız yolunda size kapılar açacak, sosyal ağınızı, bağlantılarınızı genişletecektir.

Son on yıldır bir çok dernekte aktif sorumluluk alma dışında, üniversitelerden gelen tekliflerin hiç birini reddetmedim. Rotary, Jaycees ve belli başlı üniversitelerde bir karşılık beklemeden bilgimi paylaştım. Bir çok gazete, TV/radyo kanalının röportaj/söyleşi taleplerini en yoğun zamanımda bile kabul ettim. Her gelen teklife öncelikle evet deyip, sonra yapmanın yollarını araştırdım. Risk almak ve kendinize güvenmek marka yolunda sahip olmanız gereken iki önemli özelliktir.
Zaman teknoloji ve Internet çağı. İsminizi yaymak ve bilginizi paylaşmak için her başarılı mutlaka bir web sitenizin veya bloğunuzun olması gerekir. Bunu yazacağınız kitap, dergi, gazete ve online haber portallarında makale/köşe yazılarınızla desteklemeniz sizi tanımayan kişilere ulaşmanız için çok başarılı ve ekonomik bir yöntem olacaktır. Bunun dışında sosyal ağ sitelerine üye olmanızı da öneririm. İş için tavsiyem “Linkedin” , sosyal için “Facebook”tur. Bu siteler vasıtasıyla istediğiniz birçok kişiye ulaşabilirsiniz.

Sosyal sorumluluk projelerinde yer almak, gönüllü olarak faaliyetlere katılmak kişiliğinizi zengilleştirir, sizi yüceltir. İstanbul’da gönüllü olarak 200 Emniyet mensubuna Duygusal Zeka konusunda eğitim verdim. Türkiye’de satış ve duygusal zeka konularında 10,000 kişinin üzerinde kişiye eğitim ve seminer verdim. Yakın zamanda arkadaşlarımızla gerçekleştirdiğimiz Hatay’daki ilkokul yapımı projesinde yer aldım. Türkiye’nin dışa tanıtımına katkısı olacağına inandığım Türkiye Jaycees Genç Müteşebisler derneğinin 2002 Avrupa konferansı için beş sene gönüllü çalıştım. Bu, beş sene boyunca bu organizyon için tüm yıllık izinlerinizi kullanmanız, işiniz kadar veya daha çok zaman ve çaba harcamanız anlamına geliyor.

Eminim şu soruyu bana sormak istiyorsunuz: “Taner bey, bu kadar şeyi yapacak zamanı nereden buluyorsunuz?” Başarılı mı olmak istiyorsunuz, zamanınızı çok iyi değerlendirin. Zamanı doğru ve planlı kullanabilmek başarının en önemli unsurudur . Az uyuyun, az televizyon seyredin. Her zaman yanınızda okuyacak bir kitap veya dergi olsun.

Yazacak daha o kadar çok şey var ki.. Bu anlatıklarımı yaparak her normal insan bir markaya dönüşebilir.

Benim tavsiyem, öncelikle doğru insan olun, kendinize karşı dürüst olun, kendinizi sevin ve takdir edin. Dünyada en değerli kişi sizsiniz. Dış dünyaya kendinizi marka olarak tanıtmadan önce kendinizi olduğu gibi kabul edin. Samimiyet, içtenlik, doğallık, tutarlılık ve sevgi dolu olmak marka olmak isteyen kişi için olmazsa olmazlardır. İş ve sosyal hayatınızda önceliğiniz çalışmak kadar eğlenmek ve hayattan keyif almak olsun.

Albert Einstein şöyle demiş; A= Hayatta başarılı olmak diyelim
O zaman A= x+y+z
X= çalışmak; y= eğlenmek; z=susmak

Allsports Cafe’nin web sitesindeki sözleriyle yazımı bitirmek istiyorum, bu bir firmanın marka olarak kalabilmek için pazara verdiği bir taahhütdür.

“Nerelerden geldiğimizi ve nerelere gitmeyi arzuladığımızı biliyoruz ve bu doğrultuda elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz; yeter ki sizlerin de, bizlerin de sıhhatleri ve neşeleri yerinde olsun.”

Siz de marka mı olmak istiyorsunuz, bana her zaman yazabilirsiniz.
taner@tanerozdes.com
Marka olma yolunuzda sizlere başarılar dilerim..

Sevgiler
www.tanerozdes.com

11 Temmuz 2008 Cuma

İz Bırakın

Teknolojinin gelişmesi ile her yerden bilgi alabilir, her yere ulaşabilir duruma geldik neredeyse. Sosyal medya olarak düşünürsek, internetteki networkler üzerinden bize ulaşılmaması imkansız gibi bir şey. Her yere bilgi saçıyoruz, bu bilgiler bazen kötü amaçlı da kullanılabiliyor tabi ki. Mail adresinize gelen “spam“ maillerden tutun, bilgilerinizi kendi amaçları için kullanmak isteyecek organizasyonlara varana kadar. Kişiler de şirketler de bu iletişim ağlarını ve yazılımları en verimli şekilde kullanmak istiyor. Otomatik süreçler, raporlar, uyarı sistemleri v.s.

Hızlı gelişme sürecinde olan, sürekli yeni düzenlemeler yapan, pazarı geniş, hedefi yüksek şirketlerde bilgi aktarımı, geri besleme çok önemli hale gelir. Bir toplantı notunun dahi yazılamaması ve ilgili kişilere ulaştırılmaması bir çok soruna yol açabilir. Bir toplantı yaparsınız, konu çok önemlidir ama toplantı notu yazılmaz. Ya da alınan kararlar bir türllü uygulamaya geçirilmez ve takip de olmayınca altı ay sonra o konu tekrar işlenir. Büyük zaman kaybı.

Bu konuda gerilla yöntemi gibi düşündüğüm bir fikri buradan sizlere anlatmak istiyorum;

Toplantının bitiminde, tahtayı silerek, son yapılan toplantının konusu, saati ve katılımcıları yazılacak. İçeriye yeni toplantı katılımcıları geldiğinde büyük ihtimalle o yazıyı okuyacaklar. Olası faydaları şöyle;

- Konu ile ilgili önerisi olan o kişilere bilgi verebilir.


- Sorusu olan sorabilir.

- Şirkette o gün yapılan en az bir toplantı konusunu öğrenmiş ve gelişimle ilgili fikir sahibi olmuş olur.

Sadece bir fikir, ben son toplantımda uyguladım. İlginç karşılandı. Geri bildirimi çok hızlı, online olan şirketler bunu uygulamayabilir. Fakat ”bilgi aktarımı” ülkemizde o kadar az ki. Hatta içler acısı. Bundan dolayı ne kadar iş gücü kaybı olduğu bir hesaplansa ...

Bu fikir şu andaki internet projeleri ile çok ilişikili. Uygun ortamlarda, uygun etiketlerle kendimizi tanıtmak. Ve gün içinde, ya da son zamanlarda hangi işlerle uğraştığımızı yazmak. Hatta kendimizi nasıl hisstettiğimizi dahi belirtiyoruz. Bildiğiniz gibi Twitter ve Facebook gibi projeler bu imkanı sağlıyor. Bu hem bizim hem de çevremizin hoşuna gidiyor. Çünkü iz bırakıyoruz, iletişimi daha açık bir duruma getiriyoruz. Ve kişisel markamızın daha anlaşılır, daha ulaşılır olduğunu vurguluyoruz.

İddia ediyorum, iş dünyasında başarıya ulaşmak için yaptığımız analizlerin, hareket planlarının, gerilla çözümleri, yalın süreçlerin % 30’unu kişisel markalaşmamız için yapsak, ihya oluruz.

Fikir hakkında yorumlarınızı beklerim.

10 Temmuz 2008 Perşembe

ISRARLA ...

Kulağıma gelen bir bilgi. Ne kadar doğru bilemiyorum. İnsan fizyolojisi,biyolojisi "21 gün" aynı şeyleri yaparsa otomatik alışkanlık halini alıyormuş. Aynı saatte uyuma, uyanma, yemek saati, v.s. Bunu diyet yapan bir arkadaştan duydum. Yani ”ısrar” ın ”tekrar” ın gücü. Hani halk dilinde derler ya birine 40 gün boyunca ”deli” desen, olur diye. Sözün gelişi ama işin gereçeği de kişisel marklaşma uygulamaları açısından bu şekilde.

Israrla aynı duruşu sergilemek, aynı güçlü yanları ortaya koymak, ısrarla sahnede olmak, bıkmadan tekrar etmek. En başta bu durumu kendimize kabullendirmek ve bir karakter haline getirmek. İnsan bir yandan çok zor, bir yandan da çok kolay alışan bir varlık. Algıyı değiştirmek de böyle bir şey. Önce kendimize, sonra olaylara bakış açımızdaki algı yanlışlığı bu şekilde düzeltilebiliyor.

Tabi ki aynı yanlışları sürekli yapmak da markanızı ne hale getirir bir düşünün. Bazen haksızlığa uğradığınızı düşünerek “ama ben böyle bir insan değilim ki“ diyebilirsiniz. İletişimde verdiğimiz mesajın nasıl algılandığına göre bize değer biçilir. Kimse müneccim değildir ki sizin kalbinizden, içinizden geçenleri anlasın. Her gün yaptığımız aynı şeyleri yazalım, bence çok iyi anlarız durumu.

Kişisel markalaşma stratejilerinizi uygularken en iyi yöntem "az" ile başlamaktır. Her gün 10 dakika kitap okumaktan, networkünüzden en az bir kişi ile her gün telefon görüşmesine kadar. Osmanlı padişahlarından birinin ajandası varmış. Her ülkenin sultanının, prensinin tahta çıkış tarihinden, özel bayramlarına, o kişilerin hobilerine varana kadar not alırmış. Ve o tarihlerde, o kişiye en sevdiği hediyelerden göndererek iletişimi az dahi olsa sürdürürmüş. Diplomatik bir alışkanlık belki ama incelersek görürüz ki; devletlerin de, şirketlerin de, kişilerin de marka olma konusunda yaptıkları, özellikle de yanlış adımları hep aynıdır. Çünkü bu alanların hepsindeki en başta gelen aktör “insan“ dır.

Öğrenme süreci bilimsel olarak da tekrarın önemini vurgular. Bir çocuğa nasıl konuşacağını, nasıl oturulacağını öğretemezsiniz aslında. O, herşeyi sizden her gün ısrarla, aynı şekilde görür ve tekrarlar, öğrenir ve bozulmamak üzere kalıp halinde kalbinde, beyninde bir yerlere yazar. Ve büyüyünce daha etkin bir şekilde kullanmaya başlar.

Bazı önemli tekrarları gözden geçirelim.

- Yönetici iseniz çalışanlarınıza her gün küçük dahi olsa ne kadar motiv edici “koç“ luk yapıyorsunuz?


- Girişimci iseniz, yeni projenizde hangi yanlışları ısrarla yapmamaya çalışıyorsunuz, yeni olarak neler uyguluyorsunuz?

- Anne baba iseniz, çocuğunuzu dört duvar arasına hapsetmedğinize emin misiniz? Onun yaşam algısını ne kadar renklendirebiliyorsunuz? Yoksa hep yorgun musnuz?

- İş hayatına yeni atılan biri iseniz bilmediğiniz yabancı dil ile ilgili her gün kendinize kattığınız bir şey var mı, bir de daha iyi konumlara gelmek istiyorsunuz değil mi?

- Çok kitap okuyan, güzel yazılar yazan kapasiteli bir insansınız. Ama bunu sadece eşiniz ve çocuklarınız biliyor değil mi? En son nereye bir makale gönderdiniz, kime kendinizi tanıttınız? İnternette ne kadar varsınız? Bir bog açmak kadar basit bir şey var mı örneğin.

- Hayatta gün görmüş, değişik darbeler almış artık yoğurdu da üfleyerek yemek isteyen bir insan iseniz, çözümü yeni insanlarda, değişik ortamlarda ne kadar arıyorsunuz* Yoksa hala aynı şeylerden mi yardım umuyorsunuz?

- Her gün “Marka Sizsiniz“ ifadesini ne kadar hatırlıyorsunuz ve bilinçli bir farkındalık ile stratejinizi, planınızı gözden geçiriyorsunuz?

Üzerinizdeki tehikeli, yanlış, marka değerinizi alçaltan etiketlerden lütfen kurtulun. Yeni etiketleri yapıştırın. Eskilerden önemli olanları da güçlendirin. Her hangi biri sizi anlatmak istediğinde bu etiketleri kullanacaktır, emin olun.

Son örnek, bu proje ile ben 2 aydır ısrar ediyorum aslında

“marka sizsiniz, reklamınızı yapın“ diye.

Saygılarımla.


9 Temmuz 2008 Çarşamba

Chris Brogan' a teşekkür.

Merhaba, çeviri yaparak bu güzel 100 taktiği katletmek istemedim.

"100 Personal Branding Tactics Using Social Media" başlıklı yazıyı kendinize göre yorumlayarak başucu notu şeklinde taşımanızı tavsiye ederim.

http://www.chrisbrogan.com/100-personal-branding-tactics-using-social-media/

Faydalı olacağına eminim.

Teşekkürler Chris Brogan.

Dikkat, Kişisel Markanız Kuşatma Altında !


Daha önce kişisel markalaşmanıza karşı sinsi virüslerden bahsetmiştik. Bugünlerde sıkça rastladığım bir durumu anlatmaya çalışacağım. Ve neden ısrarla "marka sizsiniz" diyoruz, bir kez daha bakalım.

Nasıl bir kuşatmadan bahsediyoruz?

Yenilgi ve ümitsizlik psikolojisi diyebiliriz. Birileri buna öz güven sorunu, hatta aşağılık kompleksi dahi diyebilir. Her ne derseniz deyin bir anlamda doğrudur, yerini bulur. Hep başarılar, zenginlikler, havalı şeyler anlatılır, işin magazin yönü medyada pompalanır. Planlar yaparsınız, engeller çıkar. Girşim yaparsınız, batar. Mutluluk hayal edersiniz, hayatınız acılarla dolar. Halbuki en zengin CEO’ların dahi nasıl bir süreçten o noktaya geldiklerini bilmeyiz. Nasıl ısrarla, disiplinli birşekilde çalıştıklarını anlamayız. Çünkü vazgeçmek kolaydır, sebat etmek zor.

Hırsımızı, hayallerimizi hep uç örneklere odaklayarak, zamanın olgunlaşarak getireceği güzellikler bir anda olsun isteriz. Hiç beklemeyiz, hemen isteriz. Hatta, çok iyi bildiğimiz “gün doğmadan neler doğar“ sözünü unuturuz. Bazı kişisel marka balonlarına inanırız. Biraz araştırma yaptığınızda kimin hangi kapasitede olduğunu anlarız aslında. Büyük ihtimalle marka değerimizi iyi pazarlayamamışızdır. Ya da sebepler çerçevesinde bir türlü uygun şartlar oluşmamıştır. Hayatın her noktasını kendi başına değerlendiririz, arada bir noktaların tümünü birleştirerek sonuçlar üzerine kafa yormayı denemeyiz. Hangi sonucun bizim için hayırlı olduğunu bilmemiz imkansızdır. Bugün başımıza gelen bir olay, 15 yıl sonra müthiş bir güzellik getirebilir.

Örneğin iş düyanıza bakalım. Sizinle işbirliği yapmamış, ya da sizi yarı yolda bırakmış partnerleriniz çok kısa sürede altlarına Porsche mu çekmişler? Sizi küçümseyenler dünya çapında yeni bir Google projesi mi ortaya koymuşlar? İş hayatınızda size çelme takmaya çalışanlar gerçekte hak etmeden hangi noktaya kadar ilerleyebilmişler? Yaşamın her hangi bir alanında kişisel marka değerinizle dalga geçen, motivasyonunuzu bozan bir kimse sizden çok daha saygın bir hale mi gelmiştir? Bu sorular o kadar uzayabilir ki!

Siz siz olun böyle kişi ve durumları abartmayın. Kendinizden uzaklaşmayın.
İnsanlara, olaylara mütevazi yaklaşmak, anlayışlı olmak güzeldir. Dinlemek, ısrarla anlamaya çalışmak, iletişim kurmak güzeldir. Fakat, etrafımızdaki her şeyi, her insanı, her olayı bilinçli bir şeklide doğru algılamalıyız. Kendiniz dahil, hemen her şeye inanmayın. Sorgulayın, sorgulamak bilginin temelidir.

Herkesin kendi çıkarı için bir şeyleri feda edeceğini biliyoruz. Bu feda edilecek şey, siz olabilirsiniz. Algımızın çıtasını başkaları ile kıyaslayarak değil, kendi realist yaşam planımız çerçevesinde yapmalıyız. Yoksa, ütopik dünyanın piyonları olmaktan başka bir işe yaramayız. Tecrübesini, bilgisini hayata ısrarla sunanlar kazanmıştır her zaman. Pes edenler değil.

Kişisel marka duruşunuzu ortaya koymak istediğinizde, kendi reklamınızı önce kendinize yapın. Bir türlü gösteremediğiniz potansiyeli artık saklamayın. Ortalama bir ömür zaten neye yetiyor ki. Bir de hayalleriniz büyük ise. Zamanı ve iletişim kanallarını lehinize çevirin. Kıskanmayın, imrenin ve örnek alın. Geç kaldığınızı değil, daha çok geç kalabileceğinizi düşünün. Yaşamınızda size baskı yapan her şeyin kuşatmasını yarmaya çalışın. Kendi hırsınızın kuşatmasından, sizi ümitsizliğe sevk eden başka başka kuşatmalara kadar. Çünkü en değerli marka olan “siz“ bunu hak etmiyor. Markanızı keşke lere mahkum etmeyin.

Bu gibi yazılara ”motivasyon geyiği” diyenlere de ben güldüm, siz de gülün :)

Sevgilerimle.

8 Temmuz 2008 Salı

Kişisel Markanızı ve Marka İnsanlarınızı Anlatabileceğiniz Başka Bir Uygulama Yok!

Trendleri takip ederek, sosyal network konseptinde, belki de büyük yatırımlarla kurulan o kadar çok internet projesi var ki. Bazı tekelleşmelerin dışında daha özel konseptlerde yeni networkler kuruluyor. Örneğin yaşlı insanlar için farklı, hobileri aynı olanlar için farklı gibi. Çünkü herkes her yerde istediğini bulamıyor. Bu yelpazenin daha da genişleyeceği şüphesiz. Özellikle de ülkemizde daha çok yeni diyebiliriz. Dünya çapındaki projeleri saymazsak.

Marka Sizsiniz de özel bir konsept ile kurulan ve yaşı henüz iki aylık bile olmayan bir proje. Amatör mü? Evet. Büyük bir yatırım yok ama olacak.
http://www.markasizsiniz.com sayfamızda içerik olarak sedece bir e-kitap var. Fakat http://markasizsiniz.blogspot.com adresimizde bugüne kadar size faydalı olabileceğini düşündüğümüz 22 adet yazı ekledik. Yakın zamanda işin uzmanlarından makaleler, yabancı yayınlardan çeviriler olacak. Blogumuzdaki ve daha fazlası içeriği pek yakında sitemizde bulacaksınız.

Projeyi asıl farklılaştıran, hem kendi kişisel markanızı, hem de yaşamınızda “marka“ kabul ettiğiniz insanları anlatabileceğiniz bir menünün olması. Şimdilik, üyelik ve onay mekanizması yok. Çünkü kullanıcıyı alıştırma ve deneyimleri ölçümleme aşamasındayız.

Bu fikir, başka networklerdeki “top friends“ ya da “recommended“ gibi aplikasyonlardan çok farklı ve daha içsel. Eski ya da yeni arkadaş bulma değil, marka insanları tanıma, anlama ve örnek alma uygulaması diyebiliriz. Bildiğim kadarıyla örneği olmayan bir proje. Örneğin Facebook’taki grubumuza da katılımlar artarak devam ediyor. Demek ki, büyük bir sosyal network içinde bu kavram, bu konsept bir ihtiyaç. Üstelik projemiz şu anda sadece Türkçe yani dünayaya hizmet veremiyor dil açısından. Bu konuyu ayrıca ele alıyoruz.

Bizi takip eden kullanıcılarımızdan ve projemizi yeni tanıyan kişilerden yorumlarını alıyoruz ve BETA sürümünü geliştirmeye devam ediyoruz. İş dünyasından, tarihten, yakın çevrenizden, akrabalarınızdan sizi etkileyen, örnek olan kahraman marka insanlarınızı tanıtabilirsiniz. Ve başka marka insanların özelliklerini de öğrenebilirsiniz. Bu projenin kendisi zaten kişisel markalaşmanıza katkıda bulunmak içindir. Ve bir kişisel pazarlama kanalı gibi kullanılabilir.

Saygılarımla.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

İletişim Kültürümüz

Hayatımızı baştan sona etkileyen faktör diyebiliriz buna. Tek başımıza yaşayamayacağımız için bizim dışımızdaki her varlıkla iletişim kurmak zorundayız. Ticari marka pazarlama hareketleri de “iletişim” faaliyetleri olarak adlandırılır. Hatta her firmanın kurumsal iletişim departmanı vardır. Duyurular standart yapılır, krizler ustalıkla yönetilir. Şirketin imajını zedeleyecek hiçbir harekete izin verilmez.

Burada marka olarak kendimizi ele aldığımızda tüm iletişim sürecini bizim yönetmemiz gerekiyor. Olmazsa olmaz nezaket kuralları bu kitabı okuyan bir insan için basit olmalıdır zaten. Selam vermek, centilmen olmak, yardım etmek, başkasının sorunlarına yardım etmek v.s. Kişisel marka iletişimimizde bizi yücelten ya da düşüren noktalara bir göz atalım.

- Bakış, duruş

“Cool”, “karizmatik” gibi kelimeler kullanırız beğendiğimiz, saygı duyduğumuz insanlarla ilgili. Bu kelimelerin anlamını sorsalar bize anlatamayız eminim. Ben de burada bu kelimelerin anlamını vermeye çalışmayacağım zaten. Ama anladığınız sonuç bu kelimelerden daha fazla yardımcı olacak umarım.

Doğuştan gelen fiziksel özellikler kesinlikle iletişimdeki başarımızı da etkilidir. Fakat kesin başarıyı getirmez. Bakış, içimizi yansıtır. Meraklı bakış, kızgın bakış, burnu büyük bakış, korkak bakış v.s. “Gözlerinin içi gülüyor” deriz ya işte bu cümle de markamızı tanımlayan öğelerden biri olur.

Yeni tanıştığımız insanlara karşı ilk bakışımız çok önemli. İstekli, iletişime açık, anlaşılır ifadelerle dolu, güler yüzlü bir göz ifadesi gerekiyor en başta. Sonraki dakikalarda soru cevap ve muhabbet faslı ile göz tepkileri ortaya çıkıyor.
Örneğin gözlerini kaçırarak sizinle konuşan isanların büyük kısmı ile iletişimde başarısız olursunuz. Ya da siz konuşurken gözü başka yerlerde olan bir insanla da aynı durum geçerlidir.

Gözlerden sonra yüzümüzde oluşan mimik ifadeleri ve kaslar iletişimi nasıl devam ettirdiğimizi gösterir.Sakın bunları küçümsemeyelim, alnımızdaki kırışıklıklar dahi ne kadar stresli bir hayat geçirdiğimizi gösteriyor araştırmalara göre. Bana göre göz ve yüzdeki ifade vücudun tümündeki iletişim duruşumuzu büyük ölçüde etkiler. Tabi ki giydiğimiz kıyafet ve vücut dili de etkili olacak. Eliniz cepte ya da kollarınızı bağalayarak konuşmanız ya da parmaklarınızla oynayarak utangaç, bir şeyi saklamak istercesine duruşunuz karşınızdaki kişi önemlidir.

Burada anlattığım her konunun kendi çapında özel dehaları vardır, eğitimler vermektedirler ve kitaplar yazılmaktadır. Önemli olan belli bir yaşa gelmiş kişisel markanızın eksik yönlerini fark etmeniz ve o konulara yönelmenizdir. Bu konu bir insan için en acıklı iletişim konusu diyebiliriz. Çünkü ilk bakıştaki 30 saniye dendiğine göre daha konuşmadan, derdinizi anlatmadan hakkınızda büyük ihtimalle önyargılı bir karar veriliyor.

Yapılacak olan şu; sıfıra yakın bir yüz ifadesi. Ne çok istekli, ne çok atılgan, ne çok samimi, ne çok uzak. Amaç karşınızdaki kişiye kötüye yorumlayacağı bir done vermemek. Buna biraz korkaklık, anlamsızlık gibi bakabilirsiniz fakat emin olun her insan yeni tanıştığı her kişiye önce şüpheli yaklaşır.

Türk insanı sıcak kanlıdır, dokunma refleksi ile sürekli samimiyet ve güven vermek ister. Halbuki bu duruş, iş hayatında -esnaf jargonu- hariç pek de başarı getirmez. Sıfıra yakın duruştan ve bir kaç cümle konuştuktan sonra asıl iletişim başlar.
İş görüşmelerinde, satış randevularında bu adımlar hayati önem taşıyor. Fakat tüm bu anlattıklarımızı kapsayan bir durum var. O da rahat, sakin ve emin olmak. Durumu abartmadan basit olmak ve algıyı daha sonra yönlendirmek gerek.

İletişiminizi asla karşı tarafın algı yönetimine kurban etmeyin. Bir sorun olduğunda önce durun, karşınızdaki kişiyi de durdurun ve konuyu en baştan tekrar ele alın ve tabi ki kendinizi koruyun. Aceleci bir yapıdaki kişi ile bir işi hemen halletmeyin bırakın kalsın, kendinize iletişimi ölçme süresi verin. Markanızı yerlerde süründürebilir hiç ummadığınız kişiler. Pozitif ve negatif hiçbir davranışta bulunmadan sıfır noktasında iletişime başlamak basitlik ve duruluk açısından önemli. Bu duruşa kişisel iletişiminizin temeli de diyebiliriz.

- Ses tonu, diksiyon

Doğuştan gelen bir özellik. Herkesin sesi güzel olmayabilir. Burada bahsedeceğimiz ses tonunu, vurgusunu doğru şekilde ayarlamak. Diksiyon güzelliği ise belki çok kitap okuma, güzel Türkçe’yi çok dinleme, insanlara daha çok hitap etme gibi çalışmalarla elde edilebilir.

Doğru ve net anlaşılmak için bu iki faktör çok etkili. Kısık sesle konuşmak, harfleri heceleri yutmak ya da yuvarlamak gibi hatalar markamıza zarar verir. İnsanlar doğru ve diksiyonu güzel bir şekilde konuştuğu halde yanlış anlaşılabiliyor. Bir de tersini düşünün, bu şekilde nasıl sorun çözebilir, iş ve kişi takip edebilir. Stres ve heyecanın etkisi ile cümlelerin sonu gelmez bazen ya da hiçbir cümle çıkmaz ağzımızdan. Bu aşamada küçük nefes kontrolleri zihnimizi ve fiziki özelliklerimizi açar, bizi tutukluluktan kurtarır.

Cümlelerdeki tonlamayı sürekli tanımlıyoruz ve iletişimi ona göre devam ettiriyoruz. Alaycı, baskın gelme, istekli, emredici, hafife alıcı v.s. Sonra uğraşmaya başlıyoruz algıyı düzeltmek için. Müthiş zaman ve enerji kaybı markalaşmak isteyen bir insan açısından.

İki kelime konuşamayan insanlardan olmak bence büyük bir zaaftır. Hani bazılarının konuşma, bazılarının yazma kabiliyeti yüksek olur fakat bazıları da hiç konuşmaz. Ortalama güzellik noktasını yakalamak gerekiyor.

- Telefon, e-posta

Sesler, renkler, kokular ve ifadeler toplumları yönetebilir, sevk edebilir. Hiç tanımadığınız bir kişiyle çok büyük bir sorunu telefonda ya da elektronik posta ile çözebilirsiniz. Ve kendinizi çok iyi ifade edebilirsiniz.

Daha önce bahsettiğimiz şekilde telefonda ilk kullandığınız kelimedeki vurgu ile başlıyor her şey. Alo, merhaba, buyurun, efendim gibi. Bu vurgu iletişimin temelini oluşturuyor. Kızgın mısınız, çözüm odaklı mısınız, nazik misiniz, dinleme ya da zorla dinletme odaklı mısınız gibi algılar anında karşınızdaki kişide oluşuyor.

Örneğin iş hayatımızda sürekli telefon trafiğindeyiz. “Merhaba, nasılsınız” diye soran birine teşekkür ederek “siz nasılsınız” diye sormamız emin olun o işi batırmaz ve sizin zamanınızı öldürmez. Karşınızdaki kişiye müdahele etmeden onu dinleme ve anlamaya çalışmak bir problemin çözümünü daha kısa ve pratik şekilde yapabilmek için çok faydalı. O kadar çok yanlış anlaşılmadan kaynaklanan daha büyük sorunlarla karşılaşıyoruz ki.

Çok kısa bir telefon konuşmasında hızlı analiz gerekiyor. Bilmiyorsak, bilmiyorum diyebilmeliyiz. Hayır dememiz gerekiyorsa uygun bir dille bunu ifade etmeliyiz. Ve her konuşulan önemli konuyu not ederek karşımızdaki kişiye tekrar tekrar sormamalıyız aynı şeyleri. Çağrı merkezlerinde her çalışanın masasına bir ayna konur. Konuşurken takındığı yüz ifadesini görmesi ve sanki yüz yüze konuşuyormuş gibi mimiklerini ayarlaması içindir. Yine de ön planda olan ses tonu ve ifade tarzınızdır.

Büyük bir yabancı bankanın çağrı merkezinde çalıştım profesyonel iş yaşamımın ilk yılında. O kadar çok şey gördüm ve öğrendim ki iletişime dair. Çok yoğun telefon gelen günlerden birinde, müşteri sorunlarından bunalmışken ve sırada bekleyen onlarca müşteri varken bir hanımefendi ile konuşmaya başladık. O bana kredi kartı ile ilgili bir sorununu anlatıyordu, ben de çözmeye çalışıyordum. Fakat hem onun hem benim ses tonum stres yayarcasına yükselmeye başlamıştı. Müşteri şöyle dedi “ Murat bey, ikmiz de sesimizi yükselttik. Bu durumda sorunumuzu asla çözemeyiz. Beni çağrı merkezi telefon havuzuna atarak başka bir arkadaşınıza yönlendirebilir misiniz” dedi. Birkaç saniye durdum ve “doğru söylüyorsunuz” diyerek yönlendirdim. Takip ettim, gerçekten sorunu başka bir arkadaş çözdü. Ben de kalsa belki yine çözülürdü ama kavgalı bir şekilde, müşteriyi memnuniyetsiz bırakarak çözülürdü.

Herkesin anlayabileceği dilden konuşmak kısa ve net cümleler kurmak da iletişimi kolaylaştırır. Havalı, uzun cümleler işi daha da karmaşık hale getirebilir.
Bu iletişim trafiğinde de her iki taraf kontrolü elde tutmaya çalışır. Siz rahat olun, aklınıza takılan her şeyi sorun ve nasıl bir çözüm gerektiğini ifade edin. Çok aceleci bir insan size “yavaş” diyebilir. Bırakın desinler. Yoksa çözüm için üç beş katı zaman harcayabilirsiniz birlikte.

Tabi ki her telefonda sorun çözmüyoruz fakat bir hal hatır sorma telefonunda dahi bir amaç ve bir iş var. E-posta trafiğinde de her kullandığımız cümledeki hitap şekli karşımızdaki kişiyi etkiliyor. Örneğin hem telefon hem de e-posta sonunda iyi çalışmalar, ya da görüşmek üzere, selamlar gibi ifadeleri kullanmayanlardan insan nasıl bir hassasiyet bekleyebilir ki.

E-postadaki cümlelerinizin de konuşmadan bir farkı yoktur aslında. Bağırabilirsiniz, kırıcı olabilirsiniz, bilgi verici ya da takdir edici olabilirsiniz. Sizin iradeniz altında oluşan algılar var aslında.

- Problem mi, çözüm mü? İletişimde analizin gücü.

Değişik yazılarda, düşüncelerimizin davranışlarımızı nasıl şekillendirdiğini anlatmıştık. İletişimdeki bir problemi çözüm odaklı düşünmek kesinlikle bize farklı kapılar açacaktır. Daha da önemlisi düşünmeye başlamadan önce sorunun analizini yapmak bu hayatta herkese nasip olmaz. Eee marka olmak da herkese nasip olmuyor ya.

İş hayatında kısaca analiz nasıl olur? Analitik düşünme, bir konunun analizini yapabilmektir. Analiz ise işin tamamına, tüm hikayesine hakim olmayı gerektirir. Bu düşünme sistematiği yavaş yavaş ve adım adım ilerlemek demektir. Örneğin bir analiz çıkarırken gerekli adımlara kısaca bakalım;

- Problemin tanımı
- Büyük resim (tüm süreç) içerisinde bulunması gereken sorunlu adımlar hangileri?
- Çözüm için hedeflenen ne?
- Çözüm yolu için gerekli parametreler, değerler, kişiler
- Araştırma, soru-cevap, bilgilenme süreci
- Çözüm kararını mümkün ise en az bir kişiye (çalışan, patron fark etmez işe hakim olması yeterli) danışarak verme
- Çözümü planlama
- Çözüm bekleyenlere, sorunla ilgisi olan herkese geri bildirim.
- Ve sonuç

En kullanışlı çözümler en basit olanlardır. Uzun süreç ve işlem gerektiren çözümler iş verimsizliğine yol açar.

Bazı toplumlar belki genetik özellikler, belki de eğitimle, yaşam şartları ile bağlantılı olarak hayata bakış açıları çok farklı. Bazı toplumlar ve kişiler olumsuz düşünmenin büyüsüne kapılmış sanki. Ve bu durumdan ruhlarını besliyorlar, tatmin oluyorlar. Israrla bardağın boş tarafına odaklanarak hayatını şikayet üzerine bina etmiş kişiler bunlar.

Örneğin sıfır hata ya da sıfır problem diye bir şey yoktur. Öyle olsa idi bu dünyanın ve insaların, kainatın olmaması gerekirdi. Çünkü yaratılış, insanların hataya açık bırakıldığı bir alan olarak bırakılmıştır. Önemli olan hataları listelemek ve en aza indirmek, bir daha tekrarlamamak için iş süreçlerini gözden geçirmektir. Bu konuda performans ve hedef kriterleri konulabilir.

Olumlu düşünmenin gücünü hissedin, ilaç gibidir. Etrafınıza pozitif enerji yayarsınız. Negatif enerjiyi mümkün olduğunca yakın yerinize yaklaştırmayın.
Problemlere insan faktörünü, ilgili kişinin markalaşma sürecini dikkate alarak yaklaşın. Ve süre verin, marj gösterin. "Birileri size marj verdiği için bu noktaya gelmişsinizidir. Anneniz, babanız, öğretmeniniz, müdürünüz." Fakat asla suistimal ettirmeyin olayları ve sonuçlarını sürekli değerlendirerek takip edin.

Yaşadığımız sürece herkesle anlaşmak zorunda değiliz. Bu iş hayatında daha da belirginleşir. Hiç bir şekilde karşılıklı hakarete girmeden ne pozitif ne negatif sadece “nötr“ pozisyon alınabilir. Nötr durmak ve sadece işini yapmak ve onunla değil de başkaları ile samimi olabilmek emin olun o kişiye çok şey anlatır. Ama bir konudan daha emin olun ki genelde anlar ve değişmezler. O kişileri iyi seyredin, görürsünüz ki iş hayatında pek de başarılı olamazlar.

- Uzlaşma

Uluslar arası ilişkilerde üzerinde en çok konuşulan kavramlardan biridir. Kişiler ve kurumlar arası iletişim için de geçerlidir. Bu dünyanın sahibi hiçbir zaman tek bir kişi, bir grup ya da bir millet olmayacağına göre ve birlikte yaşama zorunluluğu olduğu sürece “uzlaşmak” büyük bir zorunluluktur. Güçlü taraf bunu es geçebilir fakat günlerin ne getireceği belli olmaz. Bir gün herkesin uzlaşmaya ihtiyacı olabilir.

Konulara, sorunlara sürekli kendi açısından bakan bir insan çevresinde marka olamaz. Olsa olsa bencil ve gururlu olur. Uzlaşmak, yenilgiyi ya da haksızlığı kabul etmek değildir. Aksine, ileriye dönük akıllıca bir harekettir.

- Hoşgörü, farklılıklara saygı

DNA’lar farklı, eğitim farklı, her şey farklı. Örneğin kadın ve erkeğin yaratılıştan gelen düşünme sistematiği bile farklı. Herkesi sevmeyebilirsiniz ama anlamak, saygı duymak, anlaşmak zorunda kalırsınız.

Sabrın sınırını zorlayan durumlarda dahi saygınlığı kaybetmeden karşınızdaki kişinin durumunu da göz önüne alarak davranmalısınız. Saldırgan ve ben bilirim diyen kişilerin marka değerini ölçemezsiniz bile. Çünkü yoktur öyle bir değer.
Başarılı ve uzun süre hüküm süren tüm milletler, topraklarında barındırdıkları toplumlara, dinlere, değerlere saygı göstermiş ve belli kurallara bağlanmışlardır. Özgürlüğünü sınırlamaya çalıştığınız bir kişi ile asla iletişime geçemessiniz. Aksine nötr de kalınamaz ve savaş çıkar.

Farklılığın güzelliğini görmek ve ders almak gerekir. Örneğin iş dünyasında ortaya çıkan farklı fikirler bize bakış açılarını ve bilinç sistmelerini öğretir. Düşünme ve çözümleme yeteneğimizi artırır.

İnsan, iklimler, mevsimler gibi değişen farklı özellikleri olan bir yapıya sahip. Gün içinde, hatta saniye farkı ile davranışlarımız bir birini tutmayabiliyor. Bir de doğru iletişimden bahsediyoruz. Dinamik ve esnek olmak gerek. Sakin, aralarda derin nefesler alarak cümleler kurmak gerek. Sessizliğin de bir iletişm olduğunu unutmamak gerek.

Bırakın “yönetilebilir” olduğunuzu düşünsünler. Zaten her zaman yöneten olamazasınız, olmamalısınız da. Bir süre bu duruma sabretmek size ne kaybettirir ki!

İletişim kültürü adına burada yazılanların hepsini yapabilmek çok zordur, doğru. Ama yapmaya çalışmak bile insanlar arasında sevilmenize neden olur. Mümkünse yavaş konuşun, az konuşun ama çok iş yapın, güler yüzlü olun, dik durun kendinize güvenin, kötü kişilerin elinde markanızı oyuncak yapmayın. Kişisel markanıza o kadar çok ihtiyacınız var ki cebinizdeki metelik olmasa dahi potansiyel zenginliğin gücünü korumuş olursunuz. Bu potansİyel güç de emin olun sizi maddi olarak güzel bir noktaya getirecektir.

İletişim kazalarına uğramayacağınız günler dilerim.


5 Temmuz 2008 Cumartesi

Kendinizden ne kadar uzaktasınız?

En güzel özelliklerle donatılan varlık, insandır. Kimse doğuştan suçlu, doğuştan sinirli olamaz. Tabi ki genlerimizden kalıtımla gelen özellikleri de taşıyabiliriz. Fakat iyilik de, kötülük de insanın doğru yönde kullanması gereken hazineleri gibidir. Örneğin hırsınızı insanlara yardım etmek için mi kullanmak istersiniz, yoksa sadece para kazanmak, güçlü olmak, insanlara hükmetmek için mi! Bu kabiliyetleri ikinci bir kişilik gibi üzerimize almaya başlarız anne karnından başlayarak. 3 yaşına kadar büyük kısmını, ergenlik sonuna kadar da tamamını bitirmiş oluruz ve kişilik prototipimiz bitmiş olur. Aslında oluşan şey ikinci bir kişilik, fıtrat gibi bir durumdur. Bir eğitmen, ”küçük çocuklardaki yanlış tuvalet eğitiminin ileride çocuğun çok cimri olmasına yol açabileceğine” dair tezler olduğun söylemişti. Hala şaşkınım...

Kişisel markalaşma deyince de işin merkezinde ”biz” varız. Her hareketimiz, her sözümüz, her düşündüğümüz bizi bir yerlere götürür. Bu kadar güzel donanımlı insan bir süre sonra ailenin haricinde, okuldan, mahallesinden, iş yaşamından bir çok kişi ve olay ile iletişimde bulunurak aslında kendinden uzaklaşmaya başlar. Yani sıfır noktasını unutur. Ve tüm psikolojik tesler, seanslar, kişisel gelişim eğitimleri de insanı zor da olsa kendine döndürmeye çalışır. Genelde çözümler problemlerin içindeki parametrlerde gizlidir. Daha ayrıntılı incelenerek daha yalın ve basit çözümler bulunur. Yıllrca yaptığım süreç analizlerinden bunu çıkardım Bilişim projelerinde. Konuya aynen bir proje analizi gibi yaklaşmalıyız.

Kendimizden nasıl mı uzaklaşıyoruz, bakalım;

Aile ve okuldaki eğitim-öğretim sistemi bizi tembelliğe, öz güvensizliğe, çaresizliğe sürüklemiş olabilir. Bunun ayrıntılarına girmeyeceğim. İçinden doğruları seçmek ancak büyük gayretler sonucunda olur. Kitap okursunuz, araştırırsınız, değerli insanlarla tanışır, tavsiyeler alırsınız. Ama varsayalım gelmişsinizdir 30 yaşına. İşinizde ailnizden daha fazla vakit geçirirsiniz, para ve kariyer için. Kimler vardır? Patronlar, müdürler, burnu büyükler, ukalalar, yalakalar v.s. Hepsini dinlersiniz ve büyük "SABIR" lar çekerek eve gelirsiniz. Evde dahi arkadaşlarınız, yakınlarınız, televizyon bile sizi hep kendinizden başka yerlere taşır. Bir türlü ”kendini dinlemek” lütfuna erişemezsiniz. Aynı kısır döngü ısrarla sizi eskitmeye devam eder. Zaman rüzgarı sizi yaşlandırır sürekli. Ve siz hala zamanı, başlangıç ve bitişi olan bir çizgisel doğru halinde algılarsınız. Hiç dairesel düşünerek, ve büyük resme yukarıdan bakarak aslında çok küçük bir boyutta tırmalayıp durduğunuzu farkedemezsiniz. Bu paragraf da iç karartıcı oldu değil mi! Fakat bence kendinizi, kişisel marka değerinizi, yaşamdaki duruşunuzu, başkaları tarafından nasıl algılandığınızı düşünmeye başlamışsınızdır eminim.

Hafta sonudayız, Cumartesi çalışanlar da olsa Pazar tatili vardır herhalde. Gelin, kendimizden ne kadar uzaklaştığımıza bakalım. Asıl ilham almamız gereken dostlarımızdan, bizi mutlu eden hayatın renklerinden, bizi eski güzelliklere götüren kokulardan, ve içimize neşe katan seslerden nasıl uzaklaştığımıza bakalım. Bir on dakika, belki yarım saat. Havalı havalı kişisel markalaşmaktan bahsetmeyelim, gerçekten etrafımızda kaç marka insanla yaşadığımızı düşünelim. Kariyer yapacağım diye, aile hayatımızdaki markalaşma zorunluluğunu nasıl unuttuğumuzu düşünelim. Çocuğumuza nasıl örnek bir marka insan olabileceğimizi düşünelim. Bizi kitap okurken ne kadar görüyor, gülerken ne kadar, birine yardım ederken ne kadar. Yoksa sürekli, kızan, bağıran hatta belki de şiddet uygulayan biri olarak mı görüyor.

Evet yazının başında donanımlarımızdan bahsetmiştim. Bu donanımlarla bize virüs gibi yapışan ve kemiren, hatta çaktırmadan kanımızda dolaşan bu yiyicileri hayatımızdan çıkarmaya çalışalım. Hemen değil, daha stratejik davranarak. Çünkü kötülükler hep daha akıllıca konumlanır hayatımıza.

Bu yazı fazla içsel ve humanist gibi mi oldu? Kendine dönen insan, çevresine tekrar baktığında daha realist ve objektif düşünür. Burnu büyük davranışlara, bencilliklere, vurdum duymazlıklara karşı da daha net önlemler almaya başlar. Gücünü de zayıflığını da hisseder. Sıfır noktasına dönüşleri belli periyodlarda uygularsanız ondan sonrası hatırlatıcı unsurları sürekli tekrar etmeye kalır iş. Bilirsiniz, nefes egzersizleri dahi bunun içindir. Yoga da v.s.

Bir Cumartesi yazısı bu oldu. Kendinizden değil, kendinize doğru aykırı şeylerden uzaklaşın lütfen. Ama sakın kabuğunuza çekilmeyin. Aksine daha dışa açık, iletişime açık, kolay bir insan olun. Kişisel marka değerinize değer katın. Katma değerli servisler konusunda başarılı bir şirket gibi olun : )

Saygılarımla.


4 Temmuz 2008 Cuma

Facebook'ta "COOL" bir grup; "Marka Sizsiniz"

Milyonlarca üyesi olan Facebook’ta herkes bir şeyler bulmaya çalışıyor. Eğlenceli olduğu da bir gerçek. İş dünyası da sosyal networklerin önemini anlamış durumda. Ortak noktası olan bir çok insan da istediği gruplara katılıyor, kendini ifade edebiliyor. Henüz bir aydan daha kısa bir zaman önce Marka Sizsiniz grubumuzu açtık. Önce tabi kendi arkadaşlarımıza, dostalarımıza haber verdik. Şu anda sayı 100’e ulaştı gibi. Üyelerin belki yarısı tanımadığım insanlar. Ama ben tanımasam da, bu insanlar "kişisel markalaşma" nın anlamını çok iyi biliyorlar. Ve bu grupta nasıl bir anlam yaratıldığını, hayata nasıl bir anlam katıldığını çok iyi biliyorlar. Henüz içerik ve aktivite olarak biraz pasif olsa da yakın zamanda, özellikle yaz tatili döneminden sonra çok güzel hareketler, sürprizlerimiz olacak.

İşte bazıları;

- Yeni güncellemeler ile asıl istenilen konuma ulaşacak olan projemizde ilk katılımcılar “kurucu üye“ miz olacaklar. Kurucu üyeler, diğer üyelerden farklı kullanım seçeneklerine sahip olacak.


- Eğitim, danışmanlık, yurt içi ya da uluslararası konferanslardan, kişisel markalaşma seti gibi promosyonlardan ilk yararlanacak bu kişiler olacak.

- Kendi içeriklerini ve belli sayıda “marka insan“ kaydını oluşturanlar için reklam gelirlerinde farklı modellemeler olacak.

- "Lider üye" ler için de farklı açılımlarımız olacak.

Şimdilik bu kadar yeter.

Marka Sizsiniz projesi hem içerik, hem de sosyal paylaşım açısından çok farklı bir proje olarak düşünüldü, kurgulandı, iş planı yazıldı. Özellikle de kullanıcıların web 2.0 olarak adlandırılan uygulamalarla kişisel marka profillerini başka marka insanlarla paylaşabileceği, yönlendirebileceği bir platform olacak. Hedefimiz, belki farklı bir domain adresi ve farklı dil seçenekleri ile tüm dünyaya projeyi açabilmek. Fazla mı uçtuk bilemiyorum ama ölmez sağ kalırsak 2010’lu yıllarda "second life" açılımı olacak, ses getirecek bir projeden bahsediyoruz.

COOL, olma kısmına gelince; grupta sadece blogumuzda yazılanlar, çizilenler yayınlanıyor. Pek kimsede bir hareket yok, benden başka. Sanırım üyelerimiz bu isim altında burada bulunmaktan zaten mutlular. Cool bir grupta, cool şekilde takılıyoruz. Sizleri de bekleriz.

Projemizde şimdilik gönüllü yer almak isteyen, içerik desteği vermek isteyen, grupta admin olmak isteyen arkadaşlarımız bana mesaj atabilirler. Konu ile ilgili yazılarınız, makaleleriniz, e-kitaplarınız hem
www.markasizsiniz.com sayfamızda, hem de http://markasizsiniz.blogspot.com adresimizde yayınlanır ve Facebook gruplarına duyurulur.

En değerli marka olan kişisel markanıza saygı ve sevgilerimle.



Murat Esenli