29 Ağustos 2008 Cuma

Büyük yanılgı; “Keşfedilmeyi Beklemek“

Bir insanın marka değeri için oluşabilecek en büyük algı yanlışlığı, birileri tarafından keşfedilmeyi beklemektir. Üniversiteden mezun olunca, ”hemen gel sana bir iş verelim” denilmez. Bir alanda uzmanlaştığınızda, insan kaynakları departman ya da danışmanlık firmaları hemen peşinizden koşmaz. Dünyanın en yenilikçi, en yaratıcı, en teknolojik projelerini ortaya koysanız dahi finans çevreleri ”gel sana yatırım yapayım” demez. Hele ki bu saydıklarım, ülkemizde kurallara uysanız dahi, olma ihtimali çok daha azdır. Bu şekilde düşünen nice süper, zehir gibi gençler vardır ki ümitsizliğe kapılarak köşelerine çekilirler. Projelerini rafalara kaldırarak, her hangi bir işte uygun bir maaşla, çoluk çocuğa karışır emekliliklerini beklerler.

Keşfedilmeyi beklemenin tam tersi, kişisel markalaşma kurallarına önem vermektir. Yazılı hedefler belirlemekten, sürekli bir iletişim içerisinde olmaya kadar. (Bkz. Önceki yazılar) Yaşamınızda hiç bir şey tesadüf değildir desem bazıları beni kadercilikle suçlayabilir. Ama, öyle işte. İstediğiniz kadar çırpının, bir iş olmazsa olmaz ve daha fazla diretmenin bir anlamı yoktur. Hırsına yenik düşen komutanları, kralları, liderleri düşünün. Fakat, oyunu kuralına göre oynayanlar, stratejik ve planlı şekilde yol haritalarına uyanların başarısız olduğu çok az görülmüştür. Israrlı çabalar sonucunda geç dahi olsa başarıyı yakalamışlardır.

Kişisel markalaşma konusunda yazdığım ilk yazı Turkcell intranetinde 2002 yılında, Habercell adında sadece çalışanların görebildiği bir e-dergide idi. Yazının başlığı ”Marka Sizsiniz, Reklamınızı Yapın” oldu. Bu başlığı uzun çabalar sonucu bulmuştum aslında. Bundan 6 yıl önce daha dünyada Tom Peters’in ”brand called you” kavramı yeni yeni dillendiriliyordu, değil Türkiye’de. Çok az sayıda danışman ve eğitmenin gayretli çalışmaları vardı. Başlıktaki reklamınızı yapın ifadesi bir uyarı, iyi bir dilek, bir tavsiye, bir yol gösterme niteliğinde. Bir PR ajansı, bir marka strateji uzmanı gibi eğilmeniz gerek konuya. Tabi ki daha basite indirgeyerek.

Rekabet çok fazla, özel yaşamdan iş yaşamına kadar. Büyük bir yarış içinde fark edilmek, öne çıkmak, duruşumuzu sağlamlaştırmak kolay değil. Sürekli bir desenformasyon rüzgarı geçiyor üzerimizden. Bir şeyleri unutuyor, bir şeyleri atlıyoruz. Sonra da ”cevheranın derdini cevherfüruşan olmayan bilmez” diyerek kendimizi kandırıyoruz. Yok böyle bir şey. Çalışacaksın, kendini, gerekli, uygun mecralarda sürekli sunacaksın ve ümidini hiç kaybetmeyeceksin. İletişime de açık olacaksın. O zaman şansın seni bulam ihtimali yüksek olur.

Sosyal medya üzerinden tüm dünyaya bu kadar kolay iz bırakma yöntemleri var iken güzel bir özgeçmiş-kapak dahi yazamıyorsanız, kusura bakmayın derim. Uzmanı olduğunuz güçlü yanlarınızı blog ya da web üzerinden tüm dünyaya sunamıyorsanız, yine kusura bakmayın. Başarısızlıklar, yanlışlar olsa dahi doğru yöntemleri internetten araştırma zahmetine girmiyorsanız ona da kusura bakmayın derim. Alışkanlıklarınızın esiri olduğunuzu ve ısrarla aynı şeyleri yaptığınızı artık farkedin. Bu alışkanlıklar ve ”şeyler” sizi halen başarıya götürmüyorsa ve siz hala keşfedilmeyi bekliyorsanız, yazık, üzgünüm derim.

Çok defa kendime söylediğim gibi.

Saygılarımla.

Ne oldu bize!

Kişisel marka olmak sadece sosyal medya üzerinde boy göstermekle, havalı konuşmalar yapmakla, her yerde adını duyurmakla olmuyor. En başta vicdani değerleri sorgulamak gerekiyor. Ve bu konuda unutamayacağınız bir yazı var aşağıdaki linkte. Sayın Prof. Dr. Yıldız Batırbaygil’in yazısı yataktan her sabah kalktığımızda okunacak yazı şeklinde.

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=93948&cat=200&dt=2008/08/28

28 Ağustos 2008 Perşembe

10 maddelik öneri paketi

1- Kendiniz ve başkalarınız için yaşama kattığınız anlam nedir? İnsanlar sizi çok kısa düşündüklerinde akıllarına gelen cümle ya da “keyword“ , “tag“ ler ne olur. Marka konumlandırma uzmanları bu kelimelerin ya da cümlenin 10 kelimeyi aşmaması gerektiğini söyler. Hatta bazıları da 3 kelime ile anlatılabilmeli ve hatırlanabilmelisiniz der.

2- Sizinle iletişime ilk kez geçen, görüşen bir kişi sonraki haftalarda bunu devam ettiriyor mu? Sizi başkaları ile tanıştırmak istiyor mu? Ya da yeni tanıştığınız biri size bağlantıda olabilmek için iletişim bilgilerinin ne kadarını sunuyor.

3- Tutkularınızı, farklılıklarınızı, katma değerlerinizi çevrenize söylemekten çekinmeyin. Sızma şeklinde, virüs gibi yayılmalı, transfer olmalı bu özellikleriniz. İster birebir görüşmelerle, ister yeni sosyal medya araçları üzerinden.

4- Yaşamınızda siz ve başkalrı için kaldıraç görevi yapan, harekete geçiren manivela gibi kabiliyetleriniz nelerdir? Özellikle vurgulanan, sizi farklı kılan yönünüz nedir? Sürekli, tutarlı bir şekilde bu özelliklerinizi her gün aksyona dönüştürüyor musunuz?

5- Her insan ne istediğini, hedeflerini bilemez. Bir çok noktadan gelen iletişim baskını altında gibiyiz. Kafamız daha da karışıyor. Yalın bir şekilde insanların ne istediklerini bulmalarına yardım edin, yol gösterin, birlikte deneyin. Kurtarıcı bi öncü gibi olursunuz.

6- İnsanların size bağlanmasına, sizi hissetmelerine izin verin. Her iletişiminizde kişisel marka ruhunuzdan bir iz bırakın. Bu şekilde birlikte bir şeyler yapmak daha fazla zevk ve güven verici olacaktır.

7- Her insanın doğal yetenklerinin bir birinden farklı olabileceğini unutmayın. Bu yetenekleri gözden kaçırarak genelde zorlama uğraşlar peşinde koşarız. Bu bizi hem yorar, hem de maddi manevi olarak bir tatmin getirmez.

8- Kıskanılabilir ya da birileri tarafından başarısız olmanız istenebilir. Bunlar doğal şeyler. Hazırlıklı ve tetikte olmanızı sağlar. Siz yine de bu insanlara tersine iyi niyet ve temennilerle karşılık verin.

9- Kişisel markanızı geliştirmeyi sabırla her yerde, her alanda bir dantela gibi dokuyun. Zamanla tahmin edemeyeceğiniz şekilde size dönüşleri olacaktır.


10- Reklam, ısrarla tekrar etmektir aslında. Yaşamdaki marka duruşunuzu sürekli ve geliştirerek tekrar edin. Örnek almak, danışmak, geri bildirimleri değerlendirmek de önemli.
*** Paul Copcutt on February 22, 2008 in Expressing Your Brand'ten derlenmiştir.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

En iddialı duruş, iddiasız olandır.

"Ben yaptım, ben ettim, şu küçük dağları da ben yarattım, bu şirketi, bu departmanı bu hale ben getirdim" Kulağa nasıl geliyor, iddialı ama hiç hoş değil, değil mi! Ego had safhada ve damarlarımızda kan yerine gurur akıyor sanki. Özellikle de yönetici kesiminde. Başarılı, zeki, süper aktif bir insan olabilirsiniz. Ama bu, dünyayı, hele ki başkalarının dünyasını sizin yönettiğiniz anlamına gelmez ki?

Kişisel markalaşma bir "duruş" tur. Bu duruş sizi bir yerlere taşır ya da yarı yolda bırakır. Burnundan kıl aldırmayan, eleştirilere tahammülü olmayan, yönettiği şirketi ya da departmanı aslında deneme tahtası gibi kullanan insanlardan öğrenilebilecek tek şey, marka duruşunu bu şekilde sergilememektir. Kişisel gelişim kitapları ısrarla gerçek liderliği, koçluğu anlatır durur. Fakat bu bahsettiğim tipte insanlar işin uygulama yönüyle değil de "o kitabı ben de okudum" havasını atmakla ilgilenir.

Bu tipte kişiliklerin kendilerine ve çevrelerine güvenle ilgili sorunları vardır, emin olun. Bu kişi bir yönetici ise; fırça atmak için konuşmaya, güzellik değil hata bulmak için bakmaya başlar. Ve kesinlikle bu tarzı için bir bahanesi vardır. Hep merak etmişimdir, üst düzey yöneticileri kim eleştirir acaba. Pazarlamanın "p" lerinden, koçluğun "k" sınden anlamayan bu insanlar hayatlarını sadece paranın "p" sinden anlayarak mı geçirirler.

Ve yine yöneticilerden devam edelim. Sevgi, empati, saygı yerine korku imparatorluğu kurmayı tercih eden patron tiplerden. Kusura bakmayın ama sevilmezsiniz. Paranız ve gücünüz olduğu için yüzünüze gülünür ama arkanızdan bol bol konuşulur. Her yiğidin bir yoğurt yemesi vardır, tabi ki katılıyorum. Ama günümüz dünyasında doğru yönetim metodlarını da duymayan, bilmeyen kalmamıştır. Yani her yiğit yönetici yoğurdu hemen hemen aynı şekilde yemek zorundadır. Özellikle çalışanlarına karşı tavırlarında.

Yalın, saf, duru, sade bir "duruş" sadece yöneticiler için değil, anne, baba, öğretmen, usta, çırak herkes için gereklidir. En başta kendi yaşamınızı büyük çelişkilerden, çekişmelerden, hırs yorgunluğundan kurtarmış olursunuz. İnsanlar sizinle konuşmak, ya da dinlemek için can atar. Sesinizi duymak, yazdıklarınızı okumak onlara nefes almak kadar kolay gelir ve huzur verir. Kilionuz ağır olsa da siz siz olun insanlara ağır gelmeyin. Her işinizde her hareketinizde ezici bir iddia taşımayın. İddialı duruş vücut duruşunuzu, mimiklerinizi, bakışlarınızı dahi etkiler. Sürekli "baskın gelme" şeklinde bir havada olursunuz.

Bu cümleleri yazarken asla atalette kalmaktan, pasiflikten, geri durmaktan, hakkını, görüşünü savunmamaktan bahsetmiyorum. Aksine her hareketiniz, her bakışınız öyle bir iddialı olsun ki, içinde iddianı "i" si dahi olmasın.


İddia zorlamadır, hep yarışta olmak, hep rakip aramaktır. "Sessizlik" atmosferinin de büyük bir iletişim olduğunu unutmayın. Kendin olmak, sahip olmaya çalışmamak, doğal olmak en büyük zenginliktir. Bir kitapta, en büyük hilenin, hilesizlik olduğunu okumuştum. Ben de diyorum ki, en büyük iddia, iddiasız olmaktır.

Saygılarımla.

19 Ağustos 2008 Salı

Yaşamınızın en iyi versiyonu

Dünyaya geliş amacınızı hiç düşündünüz mü?
Diyelim ki, hayattaki nefes alma süreniz doldu ve öbür dünyaya gittiniz. Sizi bu dünyada çok büyük işler başarmış birisi karşıladı. Örneğin; Atatürk, Edison, Newton, Nobel, Galile, Einstein veya Mimar Sinan… Size ne söylemesini isterdiniz? Lütfen bir an için okumayı bırakın, gözlerinizi kapatın ve durumu hayal edin. Size ne denmesini isterdiniz?
Eminim bir cevabınız vardır. Cevap her ne olursa olsun, önemli olan var olması. Eğer cevabınız yoksa bunu hemen düşünmeye başlasınız iyi edersiniz, derim. Burada en ideal cevap, “Aferin evlat, iyi iş başardın” olurdu.
Yaşam, sadece doğumlu ölüm arasındaki çizgiden ibaret değildir. Önemli olan bu iki nokta arasındaki noktaların sayısı ve nitelikleridir. Bunun üzerinde düşünmeniz, ne yaptığınızı, ne yapacağınızı tekrar gözden geçirmeniz gerekir. Tekrar diyorum; çünkü dünya durağan değil, çünkü hayat sürekli değişmekte ve gelişmekte, çağdaş yaşam bizleri sürekli olarak bir yerlere doğru sürüklemekte ve dolayısıyla bizler de bununla uyum içinde, hemen her gün değişmekteyiz. Bu değişim içinde önemli olan en iyiyi, en güzeli, en doğruyu, en zekice olanı, en keyif vereni; hayat geminizin dümenini çağdaş yaşamın delice esen rüzgârlarına bırakmadan yaşamaktır. Yani yaşamınızın dümenine geçip en iyi versiyonuna ulaşmak hepimizin hakkı.
Peki, bunu nasıl yapacağız? Kendi kendimize bunu nasıl yapabiliriz? Bunun bir yolu, yöntemi var mıdır? Elbette vardır? Hem de çok basit deyip,size kısa bir formül vermemi beklemeyin. Çünkü bu potansiyel herkesin kendi içinde zaten var. Bunun cevabı ne bende, ne de bir başkasında olamaz. Sadece sizde.
Şimdiye kadar ki tüm yanılgımız yanıtların yaşamımızı değiştireceğini sanmamızdandır. Oysa önemli olan sorulardır. Doğru sorular, sihirli sorular, bizi ileriye taşıyan, çözüme odaklı sorular. Yani bir nevi kendi kendinize koçluk yapmanız, doğru sorular sormanız, iyi seçimler yapmanız, kendinizi tanımanız, ne istediğinizi hem de gerçekten neyi istediğinizi bulmanız, sizi engelleyen noktaların ne olduğunu tespit etmeniz, bunlar üzerine odaklanıp, yeni yeni şeyler denemeniz, kendinizi sürekli kontrol etmeniz…
Takılıp kalmak, işin içinden çıkamamak, neden-niçin sorularıyla boğuşmak, çünkü cevabına ulaşamamak, sürekli didinip yorulmak ve sonunda pes etmek bu yüzdendir. Hep bunlar kendi kendinize doğru sorular soramadığınız için olur.
Bu işi profesyonelce yapan hayat koçları sizlerin yaşam amaçlarınızı bulmanıza, vizyonunuzu belirlemenize, hayatınızın tüm yaşam alanlarında (iş, para, kariyer, aşk hayatı vs.) arzuladığınız gibi bir hayata kavuşmanızda size yol arkadaşlığı yaparken asla sorularınıza cevap vermezler. Ama büyülü soruları ile sizin içinizdeki cevheri çıkarmanıza yardımcı olurlar. Ayrıca hayat koçları kişilere sadece profesyonel olarak yardım etmekle kalmaz, kişinin kendisine koçluk yapması için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini de öğretirler. Bir kez koçluk hizmeti alan kişi, artık kendisine ne sorular soracağını bilir, yaşamının nasıl en iyi versiyonuna ulaşacağını, bunu nasıl devam ettirebileceğini de…
Kendi kendinize doğru sorular sorabildiğiniz oranda ilerlersiniz, farkına varırsınız, vizyonunuzu belirlersiniz, kısaca yaşamınızı daha kaliteli hale getirebilir, hatta bir marka olursunuz.
NURHAYAT İNAN
YAŞAM KOÇU
*** Sevgili Nurhayat İnan'a bu değerli yazı için teşekkür ediyorum. Faydalı olabilmesi dileği ile. M.E.

15 Ağustos 2008 Cuma

Zoruma gidiyor ama ümidim hiç tükenmiyor!




Bu topraklarda dünya savaşları biteli 90 yıl kadar oluyor herhalde. İmparatorluktan geriye kalan topraklar, yani Anadolu, ve yaşama tutunabilen bir avuç insan denilebilir geriye kalan. Genlerinde farklı medeniyet ve kültürlerin izlerini taşıyan, yüzeysel olarak küçük bir alan, derinlemesine bilmem kaç bin yıllık tarihi barındıran insanlar.

Duygu sömürüsü yapmaya gerek yok ama not korkusu ile öğrencilerin pek de barışık olmadığı Tarih derslerini bir kenara bırakırsak bize sadece bir kaç arşiv belgeseli ve dedelerimizden, babalarımızdan dinlediklerimiz yeter, artar bile. Peki, geldiğimiz nokta ne! Rüyalarında vatanın geleceğini görerek, öleceğini bile bile ertesi gün meydanlarda savaşan kahraman insanlar 90 yıl sonra torunlarını ve onların çocuklarını nasıl hayal etmişlerdi acaba. İşte bu noktada yerin altındakilerin de, üstündekilerin de zoruna gidenler;

- Olimpiyatlarda 3-5 milyon nüfusluk ülkelerden, savaş içinde kıvranan ülkelerin sporcuları kadar bile olamamak. Çocukları, gençleri dünya çapındaki yarışlara hem fiziki hem de motivasyon anlamında hazırlayamamak.

- Dünya çapında akademik makaleler ve üniversite sıralamalarında en gerilerde olmak.

- Demokrasi ve Cumhuriyet kültürünü ancak ittirmelerle anlayabilmek.

- Hala, kum torbası yerine canlı insanları güvenlik denemesi amaçlı kullanmak.

- Köy kültürü neredeyse % 100’üne hakim olan bir toplumun tarım ve hayvancılığı geri kalmış sayarak, şehrin elitliğine Don Kişot luğuna soyunmak.

- Gerçek anlamda ”lider” insanların bu topluma yol gösterememesi, daha çok kendi cebini düşünmesi.

- Kız çocuklarını hala okutmamak, binlerce yıl öncesindeki gibi aslında canlı canlı gömmek ile benzer bir durum. Aslında bir anne ile bir nesli cehalete hapsetmek, bana göre gömmek.

- Üretimin, istihdamın, ekonominin bir kaç tekel holding ile elit sınıfa hizmet etmesini sağlamak.

- İster siyasi, ister edebi hemen bir çok konuda insanları susturmak, hayatını yaşa, fazla kafa yorma, demek.

- Toplumun dinamiklerini anlamadan elbiseler hazırlamak, giydirmek, çıkaranları da doğduğuna pişman etmek.

- Çocuk eğitiminin anne karnında başladığını ve aslında 3-5 yaşlarına kadar kişiliğin oturduğunu hala anlayamamış olmak.

- Saygı ve hoşgörüyü unutmak, doğuştan gelen güzellikleri karartmak, karartmak.

- Okumayan, dinlemeyen, anlamayan, üstüne bir de kendini beğenmiş insanlar topluluğu haline gelmek.

Bu kadar yeter. Dün akşam sevgili Burak Büyükdemir ve arkadaşlarının organize ettiği eTohum toplantısında idim. Yani girişimci neslin toplantısı idi. Zoruma giden yine bazı çaresizliklerin gözlerden okunması idi. Emin olun, o toplantının yapıldığı Cafenin yanındaki her hangi bir restoran ya da mağazda ünlü bir iş adamı bizim hayal bile edemeyeceğimiz rakamları bir anda harcayabilir. Kimsenin parasında gözümüz yok ama ısrarla çırpınan insanlara da kimlerin destek olacağı merak konusu. Devlet mi, iş adamları dernekleri mi siz cevabını biliyorsunuz. Ama bu genç ( ben yaşlanmış oluyorum : ) arkadaşların duruşu bana öyle ümit veriyor ki. Emin olun, duyun ya da duymayın yukarıda zoruma giden o kadar madde yazdığım halde beni umutlandıran o kadar güzellikler var ki. Günük kısır çekişmelerin içine hiç girmeden iyi niyeti ve innovasyon, gelişim hırsı ile öyle fedakarca, güzel işler yapan insanlar var ki ülkemizde.

Ne olur bu yazının kişisel markalaşma ile ne ilgisi var ki, demeyin. Ulusları, tarihi yöneten aktörler insanlardır. Zorumuza giden şeyler, markalaşma kelimesinin ne olduğunu dahi bilmeyen, ama bir şekilde malesef toplumlara yön veren insanların keyfi icraatlarıdır. Bu bloğa kadar ulaşarak, yazıları okuyan değerli insanların hem kendilerini, hem çocuklarını bu çarklarda ezdirmeyeceklerine inancım tam. Sevgiyle kalın.

*** Bir hafta kadar tatile çıkıyorum, uygun olursam yazmaya çalışacağım. Saygılarımla.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Her mesaj da cevaplanır mıymış? // İletişimde 10 madde.



Reklamhavuzu ajansımı kurduğum zamanlarda (şu anda faal değil) ister bana, ister iletişim adresime mailler gelirdi. İlgili, ilgisiz bir çok mail. Hemen hepsine en kısa sürede, olumlu, olumsuz ya da teşekkür mesajları dönerdik. Bu durum, gelen telefonlar için de aynı şekilde olurdu. Ve arkasından şu cümleler “Mesajıma cevap verileceğini hiç beklemiyordum. Ya da bu kadar erken cevap geleceğini“ diye şaşkınlık ifadeleri. Bende hafif bir gülümseme, klasik ifade ile iletişim anlayışımız bu şekilde. Asıl ben garip karşılıyordum bu şaşkınlığı.

Hep şunu gördük, hala da görüyoruz. E-postalar cevapsız bırakılır, telefonlara çıkılmaz, talepler, şikayetler, teklifler değerlendirilmez v.s. Ama sanırım devir değişiyor, biz de artık öğreniyoruz hızlı, pratik, iş bitirici ve ”net” olmayı. Projemle ilgili yatırımcı firma arıyorum diyelim. Avrupa ya da Amerika’daki önemli kişilerle Xing ya da Linkedin’den irtibat kuruyorum. Ve sonra mailleşiyorum. Cevaplar çok hızlı, anlaşılır ve net. Şaşkınlık içindeyim ben de. Türkiye’de de bazı kişilerle mesajlaşıyorum, yine aynı hassasiyet var. Fakat bu kişiler de yabancı kültürden nasibini fazlasıyla almış şanslı kişiler, yani azınlık.

Her yerde soruluyor, "neden ülkemizde güzel şeyler olmuyor" diye. Işte bu iletişime, yaratıcı fikirlere, girişimciliğe saygı duyulmamasından kaynaklanıyor. Üstüne bir de bencillk, kıskançlık ve arkadan konuşma eklenince gerisini siz düşünün.

Kişisel markalaşmanın en önemli özelliklerinden biri alçak gönüllü olmaktır. Sürekli hava atan, burun seviyesi hep yukarılarda gezen tipler marka balonlarıdır, kişisel marka değil. Saygı ve hoşgörü ile iletişime açık olana insanlar asıl markalaşmanın bireyin tek başına değil çevresine yansıması ile gerçekleştiğini bilirler.

Beni tanıyanlar Nisan 2003’ten bu yana ne yapmak istediğimi çok iyi bilirler. O günden şu yazıyı yazdığım ana kadar bana bu şekilde cevap verenlere teşekkür ediyorum. Bu şekilde cevap veremediklerimden de özür diliyorum.

Bir kaç maddeyi tekrar etmekte fayda var;

1- İletişime açık olun.

2- Olumlu ya da olumsuz cevap verin. Geç kalmış olsanız dahi.

3- İletişimi başlatan ilk kişiye önce saygı duyun, sonra ilişki derecenizi ayarlayın.

4- Tutamayacağınız sözleri vermeyin, “HAYIR” denmesi gerekiyorsa, evirip çevirmeden bu kelimeyi söyleyin.

5- İletişim trafiğinizi ve algılamayı siz yönetin, başkaları değil.

6- Vücut diliniz zor ve kapalı bir insan olduğunuz izlenimini vermesin. Rahat ve yakın durun.

7- Sözlü ya da yazılı her heceniz ağzınızdan bir kez çıkar, geri alma butonu yoktur.

8- Her iletişimin kişisel markanıza kattığı ya da eksilttiği değeri sürekli ölçün.

9- Eleştirin, yol gösterin ama tarzınız sakın kırıcı olmasın.

10- Marka Sizsiniz. Doğru kanallarda, uygun zamanlarda, doğru kişilere kendinizi anlatmayı unutmayın!

Sevgilerimle.


11 Ağustos 2008 Pazartesi

Sosyal medyada kişisel markanız

İnternet ya da mobil entegrasyonlu sosyal network uygulamaları ya da kendimizi ifade edebildiğimiz kanalların bütününe artık “sosyal medya“ diyoruz. Hani onlarca yerde kaydımız, profilimiz, kısacası yaşamımız boy gösteriyor. Peki bu kadar uygulamadaki, milyonlarca kişi arasından nasıl seçilebileceksiniz? Amaç sadece arkadaş bulmak mı, ya da iş kapmak mı olmalı. Hayır. Aslında kendinizi yansıtıyorsunuz o sosyal medya denilen deryada.


Kişisel markalaşma için büyük fırsatlar taşıyan bu iletişim kanallarını ne kadar verimli kullanabiliyoruz bakalım;

1- Facebook, Linkedin ya da Xing gibi platformlarda kendinizi ne kadar net ortaya koyabiliyorsunuz. Kimsiniz, ne iş yaparsınız, hangi konularda uzmansınız, ilişki dünyanızda kimler var, fotoğrafınızın verdiği mesaja varana kadar. İnsanlar sizinle irtibata geçebilmek için heyecan duymalı. Profilinize çok kısa dahi olsa göz atan biri sizden bir “marka“ algısı hissedebilmeli.

2- Networkünüze eklediğiniz kişilere katkınız ne, o kişilerin size katkısı ne?

3- Düşünce dünyanızı, hedeflerinizi ne kadar anlatabiliyorsunuz?

4- Ölçülmüş başarılarınızı kim, ne kadar farkedebiliyor?

5- Belki iş bulmak için değil ama yaşamdaki duruşunuzu ifade açısından hayatınızın “cv“ sini yazmak gibi önem veriyor musunuz profilinize?

6- Hobileriniz, meraklarınız, keşfetmek istediklerinizle ilgili ne kadar ipucu veriyorsunuz sizi izleyenlere?

7- Varsa yazılarınızı, notlarınızı bir blog ya da web üzerinden ne kadar kişiye ulaştırabiliyorsunuz. Yaşama böyle bir değer kattığınızı kim biliyor?

8- Her uygulamda aynı “siz“ i anlatabiliyor musunuz? Uygulamaların farklı özellikleri, konuları dahi olsa markanız gerçekliğini koruyabiliyor mu?

Yoksa tüm bunları atlayarak her yere sedece isim fotoğraf bırakarak markanızı fosilleşmeye mi bırakıyorsunuz! Sosyal medya canlı bir ortamdır. Gerçek yaşamın yansımasıdır sadece. Bir çok kişi sizi gerçekte tanımaz ama bu dünyada ayrılmaz bir dostunuz gibidir.


Düşünelim, daha 10 yıl öncesine kadar en azından ülkemizde ne böyle bir internet, ne de böyle sosyal ağlar vardı. Dikkat edin, bu çağ çok hızlı. Hızlıca dondurup, hızlıca eritebiliyor yaşamları, kişilkleri, gelecekleri. Ve sürekli bir değişim, dönüşüm, "metamorfoz" yaşıyor sanki. Bu iletişim kanallarını kişisel markalaşmamız için verimli kullanmak zorundayız.

Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi iz bırakıyoruz yaşama. Ve bu izlerin geleceğimizi kaplayacağını da. Hem kendimizi, hem başkalarını, hem yaşamımızı etiketliyoruz. Hem biz, hem başkaları faydalansın diye. Bu izler 20-30 yıl sonra çocuklarınızın, sonra da torunlarınızın karşısında olacak. Ve onlar da bir marka değeri biçecekler emin olun. Ona göre …


8 Ağustos 2008 Cuma

Kendinize mesajınız var!

Kendinize mesaj gönderin. Günlük tutmaktan bahsetmiyorum. Elimizin altında, belki outlook entegrasyonlu ya da web üzerinden kullanışlı aynı zamanda mobil cihaz entegrasyonlu olması gereken bir aplikasyondan bahsediyorum. Dünyada bir kaç örneği var ama tam istediğim gibi değil.

3 ay 6 gün 7 saat önceki durumumu, düşündüklerimi, ruh halimi yansıtabilecek notları okuyabilmeliyim. Hem tarih, hem etiket bazında sorgulama yapabilmeliyim. Twitter’da başkaları bizi, biz de başkalarını takip edbiliyoruz. Fakat ben kendime özel bir şey istiyorum. İstersem yakın çevreme açabilirim. Özel ya da açık durumlarını değiştirebilmeliyim. Öyle bir raporlaması olmalı ki hangi tarihte nelerle uğraştığımı bilmeliyim. Yani kendimi loglamalıyım, kendim için iz bırakmalıyım toplu halde bir yerlere. Kişisel markam adına yıllar boyu neler yaptığımı inceleyebimeliyim. Anlık kullanabilmeliyim. Çünkü çok unutkanım, sürekli hatırlamam ve analiz etmem gerekiyor en doğru kararları almak, doğru aksiyonları alabilmek için. Yoksa hep aynı şartlarda aynı yanlışlar beni oyalıyor. Şimdi "sen öyle algılıyorsun, yok öyle bir şey“ diyenler olacaktır. Bunu diyenler önce kendi hayatlarında yanlış algılamalarına, yanlış algılanmalarına baksınlar derim.

Varmı dır böyle bir aplikasyon bildiğiniz. Yoksa, yapmak isteyen olursa analizini ben yazarım. Aslında bu yazdıklarım Marka Sizsiniz projesinin bir aplikasyonu olarak düşünülebilir. Ama bunun gibi düşünülmüş o kadar çok aplikasyonu var ki bu projenin. Önceliklendirme, fazlandırma yapıyoruz ve kısmet diyoruz.

Saygılarımla.


4 Ağustos 2008 Pazartesi

Yaz aylarında planlama fırsatınız!

Yaz ayları genelde tatil modunda geçen aylar olur. Piyasalar da vasat bir seviyede seyreder. Fakat bazı kurum ve kişiler ısrarla bu ayları çok iyi değerlendirerek analiz ve stratejik panlamaya önem verir. Çünkü sezon bşlangıcı diye bilinen Eylül, Ekim aylarını hazırlıkla geçirerek zaman kaybetmek istemezler. Yazın tatilimizi yapalım, dinlenelim, kendimizi dinleyelim daha fazla ailemizle birlikte olalım. Bu dinginlikle birlikte herkesin yapamayacağı bir hazırlık yapalım. Hem iş, hem de özel yaşamımız için kişisel markalaşma projemizi tekrar planlayalım.

Bu planda olması gereken bazı maddeler şöyle olabilir;

1- Çalıştığınız şirketten, işten, statüden, maaştan memnun değilseniz en başta iyi bir cv ve kapak yazısına ihtiyacınız var demektir. Hadi bunları yaptınız diyelim, referans networkü listeniz elinizin altında olmalı ve bu kişilerle sürekli irtibat halinde olmalısınız. Kendinizi, hedeflerinizi çok net anlatabilmelisiniz. Ama hem kendinizi, hem başkalarını bıktıracak derecede acele etmeden, gereksiz hırs göstermeden. Uzun vadeli, yeteneklerinize uygun, daha mutlu olabileceğiniz, kariyerinizde kırılım yaratbilecek bir iş-şirket aramalısınız.

Şirket içindeki statünüz ve maaşınız ile ilgili sorunlarınız var ise bunun nedenini önce kendinize sorun. Nasıl algılandığınızı bilmiyorsunuz bence. Özellikle yöneticinizin aslında sizden ne istediğini anlayamamış olabilirsiniz. Bir süre yaratıcılığınızı, kendinize dahi fazla gelen özgüveninizi bırakarak sadece patronunuzun istediğini yapın. Beğenmeseniz dahi “koşulsuz itaat” tavrı sergileyin. Üç ay, altı ay gibi bir süre. Karşılıklı güven ve anlayış bağı oluşacaktır. Bu bağ size yapmak istedikleriniz için daha fazla imkan verecektir. Yönetim açısından da “evet, bu arkadaş artık bizi anlıyor, aynı dili konuşuyoruz” durumunu ortaya çıkaracaktır.

2- Bilgiyi öğrenme metodlarınıza göz atın. Kaç yeni kitap okuyor, kaç kişiden değerli bilgi alıyor, ne kadar farklı şeyler, yerler görerek bilgi dağarcığınızı genişletiyorsunuz. Yoksa entellektüel bilginin boş olduğunu düşünenlerden misiniz? Hangi iş yönetirsem yöneteyim, o iş haricinde öğrendiğim bir çok bilgi bana daha fazla yardımcı olmuştur. Çünkü çapraz yorumlama ve analiz yeteneğini kazanmış olursunuz. Aynı işin, aynı körlüğünü yaşamazsınız. Okuyacağınız kitapların, öğreneceğiniz dilin, kavramanız gereken süreçlerin listesini çıkarmaya başlayın.

3- Sosyal medyanızı ne kadar yönetebiliyorsunuz. Yoksa bu networkü çok iyi kullananlara hayran kalmakla mı geçiyor yaşamınız! Tabi ki internet ve mobil dünyadan, bu alanlarladaki iletişim teknolojilerini kullanmaktan söz ediyorum. Linked-in, Xing iş platformlarından Twitter, Facebook aplikasyonlarına, gruplarına varana kadar. Kişisel markanızı hangi blogda, hangi web sayfasında tanıtabiliyorsunuz? Trend yaratan uygulamaları ne kadar takip edebiliyorsunuz. Herhangi bir iş gezisinde elinizdeki bir cihaz ile nerelere, kimlere ulaşabiliyor, iz bırakabiliyorsunuz. Konu ile ilgili acil bir liste oluşturmak gerek. Örneğin,
www.webrazzi.com ve www.chrisbrogan.com size fazlasıyla yardımcı olur.

4- Geçen sezon erteldiklerinizi yazın. Ben kendim için yazayım isterseniz. Aslında neredeyse iki yıldır ertelediklerim, belli zorunluluklar bahanesi ile;

- İspanyolca’yı temel seviyede öğrenebilmek.
- İngilizce’yi daha akıcı konuşabilmek.
- Daha fazla “Dünya İnsanları“ ile tanışmak, görüşmek.
- Yukarıdaki 3.maddede bahsettiğim sosyal medya uygulamalarını ve mobil teknolojileri daha fazla kullanabilmek, bütünleşmek.
- Vefasızlık yaptığım arkadaşlarıma, dostlarıma kendimi affettirmek ve daha sık görüşebilmek.
- Spor yapabilmek.

5- Uzman olduğunuz, örnek alınabileceğiniz güçlü yönlerinizi kim biliyor, bunu hayata, insanlara ne kadar sunuyorsunuz. Yani, kendinizi yine kendinize mi saklıyorsunuz. Ne kadar sahnedesiniz, yoksa hep sahneye çıkma hazırlıkları ile mi geçiyor hayatınız. Bu soruların cevabı da planınızda büyük yer tutacaktır.

Gelin bu maddeler de dahil kendimize 10 maddelik bir plan çıkaralım ve bu tatilden sonra, gelecek tatile kadar sürekli aksiyon alalım. Az, eksik, hatalı diye motivasyonumuzu kaybetmeden sürekli bir şeyler yapalım. Göreceksiniz, kişisel markanız nelere kadirmiş aslında.

Son olarak, daha çiçeği burnunda, BETA aşamasında, 2-3 aylık bir proje olan ”Marka Sizsiniz - Marka İnsanlar” için yeni döneme hazırlıklarımız devam ediyor. İnternetteki sosyal medya dünyası ile entegre olacak, “NİŞ“ diyebileceğimiz bir sosyal network yaratacak uygulamanın analizlerini tamamlamak üzereyiz.

Saygılarımla.