
Hayat, insanı aynı hataları yapmaya zorlar. Tabiatın kanunu derler ya, sanki onun gibi bir şey. Çünkü sizin ezberi bozmanız, farklılaşmanız, kendinizi geliştirmeniz her şeyin değiştiği anlamına gelmez. Siz değişirsiniz ama bir çok şeyin rağmına değişirsiniz. O nedenle adınız bir çok yerde "marka insan" olarak anılır. Bu kişisel marka farkındalığı, aslında bir çok virüs ile savaşarak, belki de onları hiç takmayarak ortaya çıkar.
Virüs görünmez, sessiz ve sinsidir. Bir şekilde damarlarınızdaki kanda gezer sanki. Ve kalbinizi, bir o tarafa bir bu taraf çevirir, şaşar kalırsınız. Beyniniz de bana göre çoğu zaman kalbimizin talimatına göre hareket eder. Duygusal zeka bu nedenle sürekli hatırlatılır, anlatılır insanlara. Peki, sürekli bir savaş içinde miyiz, yani asker miyiz biz? Hem evet, hem hayır. Nasıl mı, bakalım.
Öncelikle şunu kabul edelim. Hataya açık ve sürekli unutan, iyiliğe de kötülüğe de çabucak kanan, akışkan, alışkan varlıklarız. Aynı zamanda gururluyuz da! Bu dünyayı bizim yaratttığımızı, yaşamımızın tamamen bizim kontrolümüzde olduğunu zannederiz. Ve "zaman" ile anlaşmak yerine onun bir rüzgar gibi bizden sürekli bir şeyler alıp götürmesine izin veririz. Bu cümlelerin hepsini ben ”virüs okları” olarak adlandırıyorum. Yani kişisel markanızı öldürmeye çalışan oklar gibi.
Evet, bu oklara karşı bir savunma sistemi olmalı. En başta virüsün yayılabileceği ortamları, durumları ve kişileri keşfetmeliyiz. Örneğin;
- Zamanınızı gereksiz yere işgal eden kişi ve durumlar
- Hedefinizi ve motivasyonunuzu bir anda dibe vurduran kişi ve durumlar
- Çok yoğunum bahanesi ile boş zamanları değerlendirememe
- Bilgiye açlık değil de bilgisizliği kabullenmiş olmak
- Aynı alışkanlıklara devam etmek, her gün aynı monotonlukta hayata devam etmek
- Kendimizi, kişiliğimizi tanıyarak uygun işi ve geliştirme modellerini belirleyememek
- Uzlaşmanın, saygının, sabretmenin, hoşgörünün ne demek olduğunu başımıza kötü bir şey geldiğinde anlamak.
- Israrla ders almamak, yani unutmak ve aynı hatalara düşmek.
- Danışmamak, sormamak, "ben bilirim" modunda yaşamak.
- Ön yargılı olmak, herkesi olduğu yerde kabullenmemek.
- Hep başkalarını suçlamak, çözümü değil de sürekli problemi konuşmak.
v.s bu liste o kadar çok uzayabilir ki. Bunların hepsine "bilinçli farkındalık" ile yaşamamak da denilebilir.
Bu virüsler kalkan ister. Fiziki bir şey olmadığı için de bunu kılıca, oklara karşı kalkan olarak da düşünemeyiz. Kişisel markalaşma, gerçekten de bu virüslere karşı savunma oluşturmak, zafer kazanmaktır. Fakat yazdıklarımız hep savaş gibi oldu. Ben diyorum ki, tüm bunları kendimize dahi çaktırmadan yavaş yavaş düzelterek, geliştirerek davranış haline getirelim. Kişiliğimizi, karakterimizi değiştiremeyiz ama bir çok şeyi kalbimizle, mantığımzla kabullenebiliriz. Bir süre sonra emin olun siz de şaşırırsınız, çevrenizdekiler de.
Zaten isteseniz de istemeseniz de, 20-30-40’lı yaşlar derken o kadar çok şey öğreniyoruz ki yaşamdan. Kitaplar okuyoruz, eğitimler alıyoruz, başımıza bin bir türlü işler geliyor ve sabrediyoruz. Yani marka değerimiz kendiliğinden oluşuyor zaten. Önemli olan durumu fark etmek. Virütik ortamları, yayılma kanallarını kişisel markalaşmamız için kullanmak gerek. Ama sakın ha bir şeyleri düzelteyim diye kendinizi strese boğaraki kasarak, içi başka dışı başka görüntü vererek yanlış adımlar atmayın.
Marka sizsiniz, reklamınızı yapın.
Öncelikle şunu kabul edelim. Hataya açık ve sürekli unutan, iyiliğe de kötülüğe de çabucak kanan, akışkan, alışkan varlıklarız. Aynı zamanda gururluyuz da! Bu dünyayı bizim yaratttığımızı, yaşamımızın tamamen bizim kontrolümüzde olduğunu zannederiz. Ve "zaman" ile anlaşmak yerine onun bir rüzgar gibi bizden sürekli bir şeyler alıp götürmesine izin veririz. Bu cümlelerin hepsini ben ”virüs okları” olarak adlandırıyorum. Yani kişisel markanızı öldürmeye çalışan oklar gibi.
Evet, bu oklara karşı bir savunma sistemi olmalı. En başta virüsün yayılabileceği ortamları, durumları ve kişileri keşfetmeliyiz. Örneğin;
- Zamanınızı gereksiz yere işgal eden kişi ve durumlar
- Hedefinizi ve motivasyonunuzu bir anda dibe vurduran kişi ve durumlar
- Çok yoğunum bahanesi ile boş zamanları değerlendirememe
- Bilgiye açlık değil de bilgisizliği kabullenmiş olmak
- Aynı alışkanlıklara devam etmek, her gün aynı monotonlukta hayata devam etmek
- Kendimizi, kişiliğimizi tanıyarak uygun işi ve geliştirme modellerini belirleyememek
- Uzlaşmanın, saygının, sabretmenin, hoşgörünün ne demek olduğunu başımıza kötü bir şey geldiğinde anlamak.
- Israrla ders almamak, yani unutmak ve aynı hatalara düşmek.
- Danışmamak, sormamak, "ben bilirim" modunda yaşamak.
- Ön yargılı olmak, herkesi olduğu yerde kabullenmemek.
- Hep başkalarını suçlamak, çözümü değil de sürekli problemi konuşmak.
v.s bu liste o kadar çok uzayabilir ki. Bunların hepsine "bilinçli farkındalık" ile yaşamamak da denilebilir.
Bu virüsler kalkan ister. Fiziki bir şey olmadığı için de bunu kılıca, oklara karşı kalkan olarak da düşünemeyiz. Kişisel markalaşma, gerçekten de bu virüslere karşı savunma oluşturmak, zafer kazanmaktır. Fakat yazdıklarımız hep savaş gibi oldu. Ben diyorum ki, tüm bunları kendimize dahi çaktırmadan yavaş yavaş düzelterek, geliştirerek davranış haline getirelim. Kişiliğimizi, karakterimizi değiştiremeyiz ama bir çok şeyi kalbimizle, mantığımzla kabullenebiliriz. Bir süre sonra emin olun siz de şaşırırsınız, çevrenizdekiler de.
Zaten isteseniz de istemeseniz de, 20-30-40’lı yaşlar derken o kadar çok şey öğreniyoruz ki yaşamdan. Kitaplar okuyoruz, eğitimler alıyoruz, başımıza bin bir türlü işler geliyor ve sabrediyoruz. Yani marka değerimiz kendiliğinden oluşuyor zaten. Önemli olan durumu fark etmek. Virütik ortamları, yayılma kanallarını kişisel markalaşmamız için kullanmak gerek. Ama sakın ha bir şeyleri düzelteyim diye kendinizi strese boğaraki kasarak, içi başka dışı başka görüntü vererek yanlış adımlar atmayın.
Marka sizsiniz, reklamınızı yapın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder